Necmettin Çakmak

Necmettin Çakmak

Harun gibi gelip Karun gibi gidenler!

Harun gibi gelip Karun gibi gidenler!

Bir zenginlik/çoğaltma yarışıdır (tekâsür) oyalanıp duruyorsunuz. Mezarlarınıza girinceye kadar süren bir oyun ve oynaş... Fakat hayır! Yakında bileceksiniz. Fazla uzak değil; çok yakında bileceksiniz. Evet, daha derinden bakabilseydiniz Ateşe yuvarlanmakta olduğunuzu görürdünüz. Kendi gözlerinizle onu apaçık göreceksiniz. O gün her nimetten bizzat sorgulanacaksanız..." (Tekâsür; 1-8)
Kapital eldeki sermayeyi çoğaltma, artırma, biriktirme demektir. Kapitalizm de, sermayeye dayanan, onu çoğaltmayı yegâne gaye bilen, sermayedarların üretim araçlarının sahibi olduğu, alım satımın sırf zenginleşme ve kâr maksadıyla yapıldığı, biriktirme ve çoğaltma dışında hiçbir değerin geçer akçe olmadığı, bu iktisat görüşünün toplumsal değer haline geldiği düzen demektir...

Kapitalizm'in kurucu babalarından (kendisi aynı zamanda bir papazdır) Adam Smith 1776'da yazdığı Milletlerin Zenginliği adlı kitabında, Kapitalizmin insan ruhundaki köklerinin bencillik ve aç gözlülük olduğunu söyler. Ve bunun her ne kadar ahlaken bir düşüklük gibi görülse de toplumsal fayda açısından yararlı olduğunu, böylece bencil çıkarları peşinde aç gözlüce koşan insanların piyasayı canlandıracağı ve bu sayede bolluk olacağını söyler.

Dolayısıyla kapitalizm; toplumda para ve sermaye gücü üstün bir mevki tutar. Bu güç sayesinde sermayedarlar iktidarlara isteklerini kabul ettirmekte güçlük çekmezler. Kapitalizm ferdi hak ve hürriyetleri savunur, basın özgürlüğüne taraftardır. Çünkü basın ve yayın organları aracılığı ile menfaatlerini korumayı amaçlar. Çalışan ve başarı kazanan herkese eşit haklar verilmesini savunduğu için mesleğinde seçkin doktorlar, hukukçular, işletmeciler, yazarlar ve tüccarlar da çoğu zaman bu sisteme bağlanmıştır. Kapitalistler basın gibi politikada da kilit noktaları tutmayı ihmal etmezler. Her partide onlarla bağlantılı olan ve onların menfaatlerini koruyan elemanlara rastlanır. Dayandığı güçler ve uyguladığı metotlar sayesinde kapitalizm uzun süre bir azınlığın ekonomik üstünlük kurmasına imkân vermiştir. Toplumun inanç ve ahlâk değerleri ile bağdaşıp bağdaşmadığı dikkate alınmaksızın faizli kredi sistemleri, kumar, piyango gibi, bir tarafa üstün yarar sağlayan finansman kaynakları kullanılır.

Şimdi siz bu tipolojideki bir insanı düşünebiliyor musunuz? Ne yapar? Hiçbir sınır tanımaz. Kaynakları sorumsuzca tüketir. Ötekini kendi çıkarlarını tehdit eden bir tehlike olarak görür. Büyüğü kurtarmanın bedelinin küçüğü ezmekten geçtiğine inanır. Reel ekonomiye dayanan, dayanışmacı, paylaşımcı, madde ve manayı birlikte ele alan iktisadi yapıyı reddeder. Orada hiçbir insani değere yer yoktur. Ahlak dışıdır, lakin başkalarının ahlakını da yok etme eğilimine sahiptir.

Bunak kapitalizm

Haliyle burada da karşımıza sürekli tüketme şeklinde tek parametreli mutluluk fonksiyonu ile tanımlanan bir tüketici profili çıkarılır. Yani insan, sürekli medyadan gelen sinyallere maruz kalarak sürekli tüketen, habire elinde tabii olmayan ihtiyaçlar listesi tutan ve ömrünü bunları yerine getirmek için çok kazanıp çok harcayan şahsiyete dönüştürülür. Tabi ki kapitalist sistem bununla da yetinmez; alım gücü olmayanları da sanal mekanizmalar, kredi kullandırma mekanizmaları oluşturularak ömür boyu borçlu hale getirir. Kapitalizm budur, özgürlükle falan bir alakası yoktur, rengi yoktur, bukalemundur, insan ruhundaki kökleri budur. Fakat şunu gözden kaçırmayalım ki; kapitalistler, özellikle kriz dönemlerinde panikler, bütün savundukları kural ve kanunları ellerinin tersiyle bir kenara iter ve sistemi kurtarma telâşına düşerler. Son küresel krizde de aynısı oldu. Kapitalizmin kural ve kanunları yerle bir edildi. Şimdilerde artık kapitalizm Samir Amin'in dediği 'bunak kapitalizm' dediğine denk düşüyor. Mesela, kapitalizmin en köklü ve en eski kanunlarından biri 'Say Kanunu', diğer adıyla 'Mahreçler Kanunu' idi. Bu kanuna göre, üretilen her malın mutlaka alıcısı olacaktı. Zira bir malı üreten, aynı zamanda onu ödemeye yetecek bir satın alma gücü de üretmiş oluyordu. Bu nedenle, üretimden dolayı piyasada talep daralması yaşanmayacaktı. Ne gariptir ki, kapitalizmde talep daralması sık sık karşılaşılan bir durum olmuştur. Bugün de dünyanın önündeki en büyük ekonomik sorun bu olduğu için, kapitalistler tüketiciyi desteklemekten söz etmeye başladılar. Eğer 'Say Kanunu' (Mahreçler Kanunu) çalışsaydı, tüketiciyi desteklemeye ihtiyaç olmayacaktı.

Kapitalizmde para bankalarda, mal depolarda bloke edildiği için, para ve malın adil şartlarda, hızlı bir şekilde değişimi gerçekleşmiyor. Hâlbuki para ne kadar hızlı ve ne kadar çok el değiştirirse, piyasada o kadar canlılık olur ve devletin de gelirleri artır. İbn Haldun, asırlar öncesinden bu gerçeği görmüş ve şöyle demiştir: "Devlet en büyük pazar ve bütün pazarların anası, gelir ve masrafların kaynağıdır. Devletin gelir ve masrafları azaldıktan sonra o nispette pazarlarda alış-verişin azalması pek tabiidir. Belki devletten ziyade pazarlar bundan müteessir olur. Üstelik para ve servet tebaa (halk) ile devlet arasında ortak olup, tebaanın elinden devlete, devletin hazinesinden tebaanın eline geçer ve bu suretle ikisi arasında dolaşır. Devlet paraları saklarsa tebaanın elinde para kalmaz. Bu, Allah'ın kulları için vazetmiş olduğu kanundur"

Peki, bir Müslüman için ticaret belalı bir iş midir? Bir Müslüman olarak servete ve zenginliğe bakış açımız ne olmalıdır? Tehlikeli yanlarına rağmen, ticaret insanoğlunun temel faaliyetlerinden biridir ve esası bakımından 'kötü' sayılmaz. İslâm'da ferdî mülkiyet hakkı, meşru yoldan kazanılması şartıyla kabul edilmiş, hileli satış, kumar, hırsızlık, zorbalık, kısacası kul hakkının her nevi gaspı haram kılınmıştır. Yani servet alın terinin neticesi, gayretin mahsulü ise sorun yok demektir. Ancak ne hazindir ki, bugün 'servet tuzağına' düşen bazı Müslüman zenginlerimiz bulunuyor. Bunca krizin arasında hala bilmem kaç bin dolarlık cipleriyle gezmeye devam ettikleri, havuzlu milyon dolarlık villalarında 'huşu' içinde oturdukları yetmezmiş gibi kamu malına göz dikmişler, alın terine düşman olmuşlardır. Adeta Harun gibi geldikleri dünyadan Karun gibi gitmeye sanki söz vermişlerdir. Geçtiğimiz hafta gazetelerde bu durumu gayet iyi özetleyen bir haber vardı: "50 bin zengin Türk, 50 milyar doları yönetiyor."

İbn Haldun işte böylesi servetleri şüpheli görür ve servetin kaynakları arasında hiçbir verimli ve rasyonel kaynağı saymaz. Ona göre, büyük kişisel servetleri çalışmayla, ekonomik sebeplerle açıklamak mümkün değildir.

İmam-ı Gazali'ye göre de, servet peşinde koşmanın başlıca iki sebebi var. Birincisi gelecek korkusudur. İnsanlar gelecekten korkarlar. "Korkan insan kötümser olur. Mevcut ihtiyaçlarını karşılıyor olsa bile, uzun hesaplar yapar. Hatırına, ihtiyacına yeten mal/mülkün telef olabileceği ve başkasına muhtaç duruma düşebileceği gelir. Böylece gönlüne korku dolar ve korkunun verdiği rahatsızlığı giderecek bir güvenlik tutamağı arar. Bu güvenliği servet toplamakta bulur. Bu öyle bir korkudur ki, belirli hiçbir mal miktarı onu dindiremez. Böylelerinin durabileceği son nokta, dünyadaki her şeye sahip olmalarıdır."

Servet peşinde koşmanın ikinci ve daha kuvvetli saiki ise insanoğlunun rububiyet eğilimidir. Gazali'ye göre, mayasındaki rabbanî özellik icabı insan ruhu rububiyeti sever. Rububiyetin anlamı, kemalde eşsiz ve varlıkta tek ve rakipsiz olmaktır. Ancak, varlıkta tekleşerek kemale erme imkânı olmayınca, bu sefer diğer bütün varlıklara hükmetme yoluyla kemale erme ihtiyacını tatmin etmek ister.

Peki, ne faydası var bunun? Bir yoksulu doyurmadıkça, bir yetimin başını okşamadıkça, tasadduk etmedikçe, paylaşmadıkça ne faydası var bunun? Ölünce yanınızda ne götürecekseniz? Malınız, mülkünüz mezara sığacak mı? Şanınızı, şöhretinizi mezarınızın başına büyük harflerle yazsanız ne olur? Mülkün gerçek sahibinin Allah olduğunu görmüyor musunuz? Bu doymak bilmez ihtiras neden? Komşun açken tok yatıyorsan, insanlar açlık sınırındayken villâ üstüne villâ alıyorsan, sokaklar dilenci, öksüz, yoksul, garip, çaresiz, kimsesiz doluyken bu villâlarda sabahlara dek yünlü seccadelerde namaz kılıyorsan vay haline!

Doğrusu fakirliğe nispetle zenginlikte imtihan çok daha zordur; zira fakirlikle imtihanda hepi topu iki seçenek söz konusudur. Birincisi sabır; ikincisi şikâyet ve isyan... Zenginlikte ise birinci zor seçenek şükür; ikinci ve kolay seçenek ise azgınlıktır. Azgınlığın tezahür biçimleri ise neredeyse sonsuzdur. Bu menfi hayat tarzının ilk tezahür ettiği dönem ise Emeviler dönemi olmuş; yöneticiler arasında görülen lüks hayat tarzı tabir yerinde ise İslam tarihinin ilk tüketim krizini ortaya çıkarmıştır.

Müslüman'ın duruşu

Peki, onların toplumu dışlayan bu tavırları karşısında samimi Müslümanlar ne yapmışlar? Zühd içerisinde yaşamışlardır. Zahidane bir hayat sürmüşlerdir. Lüks ve israftan kaçmışlar, tutumlu olmuşlardır. Dürüst olmuşlar ve çok çalışarak kazanmışlardır. Zahid olduklarından, az harcamış, biriktirmemiş ve dağıtmışlardır. Hz. Peygamber lüks tüketim hastalığına kapılan, paranın kölesi olanların akıbetini şöyle haber veriyor: "Altına, gümüşe, kumaşa ve abaya kul olanlar helak oldu. Böyleleri kendilerine bir şey verilince razı olurlar, verilmeyince kızarlar."

Hal böyle iken birçok zengin Müslüman kamusal alanda kendilerini dini motiflerle süslenmiş bir muhafazakâr kimlikle takdim ve teşhir ederken kendi özel alanlarında modernitenin pornografik haz ve nazlarının peşinde koşmaktadır. Keza kamusal alanda birçok zengin Müslüman ne kadar faziletli ve yardımsever olduklarını göstermek için hemen hemen hiçbir fırsatı kaçırmazken özel alanda tüketim hazzıyla eriyerek yaşıyor."

Elbette ki, gerek varlıkta gerek darlıkta azdan çoktan mallarını Allah yolunda gözlerini kırpmadan harcayan güzel insanlarda vardır. Ve onlar için en büyük örnek ve rol model Hz. Süleyman'dır. Çünkü o sahip olduğu bunca maddi güç ve imkâna rağmen hiçbir zaman azmamış, bilakis 'Rabbim' demiş, "Gerek bana gerek ana-babama lütfedip onca nimete şükretmeye ve geri kalan ömrümde seni hoşnut edecek işler yapmaya muvaffak kıl beni! Sınırsız rahmetinle lütfedip hayırlı kulların arasına dâhil et beni!" (27. Neml 19) diye şükretmiş, maddi güç ve otoritesi zayıfladığı zamanda Allah'a yönelmiş ve 'Rabbim! Hatalarımı affet, bana benden sonra hiç kimseye nasip olmayacak bir (manevi) krallık lütfet. Şüphesiz sen sınırsız lütuf sahibisin!" (38. Sad 30) diye yalvarmış ve nihayet Allah'ın "Süleyman ne güzel bir kuldu. O, her daim Allah'a yönelirdi" (38. Sad. 30) mealindeki övgüsüne mazhar olmuştur.

Hiç kuşkusuz Hz. Süleyman'ın mazhar olduğu övgüyü hak eden zengin Müslümanlar her dönemde var olduğu gibi, bugün de vardır, elbet yarın da olacaktır. Ancak zenginlik imtihanından yüzünün akıyla çıkan zengin Müslümanların sayısı maalesef azdır. Dolayısıyla kapitalizm, sınırsız sermaye birikimi yoluyla bir 'dünya cenneti' yaratma girişimidir; fakat ulaşılan sonuç, küçük bir azınlık için cennet vehmi, büyük çoğunluklar içinse yarı cehennem olmuştur. O halde tercihinizi yapacaksınız. Ya ebedi olanı, ya da 'dünya cenneti'ni tercih edeceksiniz.

Sonuç olarak, şirket kapitalizminin güttüğü küresel yağma, demokrasiyi berhava ettiği gibi merhameti de, adaleti de, alın terinin kutsallığını da politik bir aktör olarak görmüyor. Bunun yerine spekülasyonu, büyümeyi, hırsı, egoizmi, gösterişi, kibir ve gururu teşvik ediyor. Kâr eksenli kapitalizm insanları tecrit ediyor, mülksüzleştiriyor ve bolluk yerine kıtlık üretiyor. Küreselleşmeyle birlikte varlık ve kaynaklar bir metaya dönüştürülüyor. Zenginlerin sahipliği, dünyanın pek çok yerinde, yoksulların mülksüzleştirilmesi üzerine bina ediliyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Necmettin Çakmak Arşivi