Atatürk vizyonu mu?
AKP’yi kullanarak Türkiye’yi AB’den koparmak ve Obama ABD’sinden uzaklaştırmak için üretilen “Atatürk vizyonuna dönüş” senaryolarının arkaplanında İsrail bağlantılı odakların yer aldığını ifade etmiştik.
Esasen dönem dönem ısıtılıp gündeme taşınan Atatürk eksenli başka projeler de birbiriyle irtibatlı çalışan benzer adreslerden sâdır oluyor.
Nitekim Bush’u avuçlarına alıp Irak ve Afganistan’ı kan gölüne çeviren ve Filistin meselesini de iyice çıkmaza sokan neocon çetelerin önde gelenleri, durup durup, başta Irak olmak üzere İslâm ülkelerinin de kendi içlerinden çıkacak Atatürk’lere ihtiyacı olduğunu defaatle söylediler.
Arap ve İslâm âleminin en büyük eksiğinin ve şanssızlığının, Atatürk gibi liderlere sahip olmayışı olduğu iddiasını her fırsatta tekrarladılar.
Oysa geçen yüzyılda İslâm ülkelerinde de Atatürk benzeri veya mukallidi liderler mevcuttu.
Meselâ İran’da Pehlevî, Mısır’da Nâsır, Tunus’ta Burgiba... Hepsi de ülkelerinde Atatürk’ü örnek alarak ona benzer icraatlara imza attılar.
(Hattâ Atatürkçü Düşünce Derneğinin çıkardığı Türksolu gazetesinde Saddam’ı da Atatürk’e benzetip, Irak diktatörünün onun yolunda gittiğini belirten ilginç değerlendirmeler yayınlandı.)
Şimdi bu ülkeler hâlâ o dikta rejimlerinin yol açtığı kronik problemlerle boğuşup duruyorlar.
Bu, işin bir ciheti. Diğer cihetinde ise “Atatürk vizyonu” olarak yüceltilmek istenen kavramın gerçekte neye tekabül ettiğine bakmak gerekiyor.
Bu “vizyon”la, kimseye boyun eğmeyen ve taviz vermeyen bağımsız ve şahsiyetli bir politika kast ediliyorsa, acaba fiilî durum da öyle miydi?
Resmî tarih kitaplarında Osmanlı yerden yere vurulurken, Türkiye Cumhuriyetinin yedi düveli dize getiren bir millî mücadele ve kurtuluş savaşı sonrasında kurulduğu anlatılır. Ama işin aslı, Demirel’in bize Lozan’la ilgili olarak verdiği bir mülâkattaki değerlendirmesine göre şöyle:
“Lozan’da Türkiye yalnız Yunanlılara karşı galip; fakat Birinci Dünya Harbinin galiplerine karşı, onları savaşta yenmiş bir durumu yok...”
Bu bir. İkincisi; yine Demirel’in ifadeleriyle, Lozan’la meydana gelen sınırlar içerisinde Batı Trakya’nın, Anadolu’nun hemen ucundaki adaların, Misak-ı Millî hudutları içindeki Musul ve Kerkük’ün bulunmayışı, Kıbrıs’taki haklarımızın tümüyle terki. (İslâm Demokrasi Laiklik, s. 154)
Bunların hepsi, Türkiye’yi komşularıyla sürekli ihtilâf ve gerginlik atmosferinde, hep “düşmanlarla kuşatılmış” psikolojisinde tutmayı amaçladığı aşikâr olan çok pürüzlü gasp ve taksimatlar.
Bunların sebepleri ve yorumları ayrı bir bahis.
Lozan’la ilgili bir diğer önemli nokta, anlaşma imzalandıktan sonra Londra’ya dönen İngiltere murahhası Lord Curzon’un, Avam Kamarasında, “Türklerin istiklâlini niye tanıdınız?” diye yükselen itirazlara verdiği şu çok manidar cevap:
“İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha asla eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz...” (Emirdağ Lâhikası, s. 539)
Lozan’daki Türk murahhas heyetinde yer alan Hayim Naum’un, konferans öncesi Curzon’a verdiği “Siz Türkiye’nin mülkî tamamiyetini kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyeti ve İslâmî temsilciliklerini ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüt ediyorum” sözü de (a.g.e.) bu bahsi tamamlıyor.
Ankara rejiminin Lozan’dan sonra yöneldiği istikametle teyid edilen bu taahhütler, İsrail irtibatlı kuruluşlarca parlatılmak istenen “Atatürk vizyonu”nun asıl önemli boyutunu ele veriyor.
Bütün bunlar bir araya getirildiğinde ortaya çıkan netice, laikliğin dinsizlik şeklinde anlaşılıp öyle uygulandığı, “Türkün Türkten başka dostu yok” anlayışıyla ülkenin tamamen içe kapatıldığı, ama Türkler de dahil halkın büyük kısmının düşman ve iç tehdit olarak görüldüğü ve dış politikanın da buna paralel şekilde dar ve ufuksuz bir çerçeveye hapsedildiği bir tabloyu gösteriyor.
Vizyon hikâyesinin aslı bundan ibaret.