Çıkış yolu
Son dönemde çok farklı alanlara yönelik olarak seslendirilen “açılım” söylemleri, bir kapalılık ve tıkanıklığı da açığa vuruyor.
Ve bunun temelinde, toplumun gerçekleriyle çelişen, dayatma ve ayrımcılık üzerine bina edilen sistem ve ona vücut veren zihniyet yatıyor.
Ama gelinen noktada sistemdeki tıkanıklık o raddeye vardı ki, artık dikiş ve yama tutmuyor.
50. vefat yıldönümünde bir kez daha rahmetle andığımız Bediüzzaman Said Nursî ise, eserlerinde ortaya koyduğu Kur’ân kaynaklı tesbitleriyle, bu tıkanıklıklardan çıkış yolunu gösteriyor.
O, bu tesbitleri tam bir asır önce seslendirmeye başladı. “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır” deyip, bu üç düşmana karşı san'at, marifet, ittifak silâhlarıyla cihad edilmesi gerektiğini vurguladı. Ve cihada böyle bir yorum getirdi.
Ta o zaman, “Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir” diyerek, bunu takviye ile sıhhat bulabileceğini ve bu takviyenin de, dinin temelini oluşturan imanı taklidî olmaktan çıkarıp “tahkikî” hale getirmekle mümkün olabileceğini ifade etti.
İmanı tahkikî kılmanın formülünü ise, “vicdanı dinî ilimlerle ve aklı modern fenlerle aydınlatmak;” Kur’ân’ı ve kâinatı, aynı Yaratıcının “kalemi”nden çıkıp birbirini tefsir eden kitaplar olarak okumak şeklinde tarif etti. Eserlerindeki izahlar, baştan sona bu tarifin açılımı niteliğinde.
Said Nursî’nin yaklaşımı, doğru ve ideal tevhid-i tedrisat yorumuna da temel oluşturuyor.
Onun yüz yıl önce önerdiği model hayata geçirilebilmiş olsaydı, asırlardır iki ana eğitim kanalı olarak gelen tekke ve medreselerle Osmanlının son dönemlerinden itibaren açılan modern mektepler müşterek bir potada eritilir; buralarda tahsil görenler aynı ortak değerleri paylaşan, dini de, dünyayı da bilen nesiller olarak yetişirdi.
Hele, hayatı boyunca tahakkukuna çalıştığı ve 50’li yıllarda uluslararası bir bölge üniversitesi olarak kurulması gereğini tekrar gündeme getirdiği Medresetüzzehra projesi gerçekleşmiş olsaydı, gerek ülke, gerekse bölge olarak bugünkünden çok daha farklı ve iyi bir yerde olurduk.
Çünkü dinin getirdiği ahlâkî ölçülerle tahkim edilmiş bir demokrasi kökleşir; çoğunluğun da, azınlığın da hak ve hürriyetlerini de güvenceye alan bir hukuk devleti inşa edilir; her türlü fitne ve provokasyonu besleyen zulüm ve haksızlıklara meydan verilmez; aydın-halk kopukluğu olmaz; laik-antilaik gerilimlerine, etnik çatışmalara ve toplumdaki farklılıklardan kavga üretme tuzaklarına imkân vermeyen bir şuur oluşurdu.
Eğer bugün hâlâ rejim tartışmalarını bitiremediysek; din-siyaset ilişkisindeki dengeyi bulamadıysak; “toplumla inatlaşan elitler” sorununu aşamadıysak; yargı adalet dağıtmak yerine resmî ideolojinin bekçiliği misyonunu üstleniyorsa; sivilleşmeyi başaramadıysak; özellikle devlet kontrolündeki eğitim kurumlarında kalite her geçen daha da düşüyorsa; okullar hedefsiz ve vasıfsız nesiller üretiyorsa; başörtüsü yasağı ve katsayı ayrımcılığı gibi haksızlıklar bir türlü aşılamıyorsa; yoksulluk ve işsizlik dizboyu iken zengin-fakir uçurumu giderek derinleşiyorsa ve burada zikredemediğimiz diğer bilumum toplumsal sorunlar kronik boyutlar kazanarak devam ediyorsa, hepsi Said Nursî’ye kulak verilmediği içindir.
Buna karşılık, madalyonun diğer yüzüne bakarsak, bütün bu olumsuzluklara rağmen, bunların yıkıcı ve tahripkâr sonuçlarını önemli ölçüde hafifleterek, her alanda daha iyiye doğru gitme iradesini canlı tutan ve o yönde kapıyı açık bırakan en önemli dinamik de, Bediüzzaman’ın mesajlarının toplumda mâkes bulmuş olmasıdır.
Bugün ayakta oluşumuzu ve geleceğe ümitle bakabilmemizi buna borçluyuz. Ve diyoruz ki, 50. vefat yıldönümünde Said Nursî’yi anarken, eserlerini ve fikirlerini daha iyi anlama ve anlatma çabamızı daha da arttırarak devam ettirelim.
Çünkü son İlâhî kitap olan Kur’ân-ı Hakîmin, ahirzaman insanlarına yönelik, dünyalarını da, ahiretlerini de kurtaracak mesajları bu eserlerde.