Garplılaşmanın sonuna geldik...
“AB yolunda emin adımlarla ilerliyoruz” sloganı biraz komik kaçıyor...
Vazo çatladı...
Vaziyete göre dağılması da yakındır...
Genç Euro, yaşlı kıtanın birliğini, geleceğini ve ideallerini temsil ediyordu...
Almanya Başbakanı Merkel, “ortak para çökerse AB’nin de çökeceğini” söylüyor ama IMF destekli trilyon dolarlık müdahale programı bile piyasaların ateşini düşürmeye yetmiyor...
Euro, yılbaşından bu yana Türk lirasına karşı yüzde 10 değer kaybetti...
Parlak finans çocuklarına göre bu durum geçicidir...
“AB ülkelerinin bütçe açıkları ve kamu borçlarının milli gelirlerine oranı, kriz yüzünden Maastricht kriterlerini birazcık aşmıştır...” diyorlar...
Külliyen yanlış!
Avrupa Birliği’ni bu hale düşüren sebep, ekonomik gücünü fazlasıyla aşan siyasi genişleme hırsından başka bir şey değildi...
Çünkü ekonomi dediğiniz şey, doğal afetler hariç, uygulanan siyasetlerin bir sonucudur...
Her durumda Avrupa siyasi birliğinin devamı umutsuz vakadır...
Bizdeki yansımaları da ilginç olacak...
Hani o meşhur batılılaşma işimiz var ya...
Sakallı Celal, meseleye vaktiyle manzara koymuştu...
“Türkiye Şarka doğru seyreden bir gemidir, bazıları güvertede ters yönde koşturur ve Garplılaştıklarını sanırlar” demişti...
Dayatmayı meşru kılmak için hep garplılaşma davasına sarılan statüko, gün geçtikçe daha fazla batıyor...
Hafızamı şöyle bir yokladım...
Statükonun garplılaşma tatbikatı ile ilk temasım galiba ortaokul yıllarına denk geliyor...
Ücra bir Anadolu şehriydi...
70’li yılların ikinci yarısı... Ortaokul çocuklarının boynunda o yılların modası, çarşaf genişliğinde rengârenk kravatlar...
Üst baş dökülüyor, okul dökülüyor... Eğitim kalitesi, malzemesi namına hiçbir şey yok...
Öğle arasında bahçeye salınan yüzlerce çocuğun menüsü 25 kuruşluk simitten ibaretti...
Şekilde kravat, fikirde ise batının medeniyet seviyesine inanmak mecburi idi...
İyi döverlerdi kravat takmayan küçücük çocukları...
Kendi hesabıma epeyi bir “kravat dayağı” yemişliğim vardır...
Hâlbuki o yıllarda vali beyin konağı, toprak evler ortasında bürokratların tel örgülerle çevrili modern lojmanları, tatil kampları ve makam şoförlü arabaları vardı...
Birkaç sokak arasında sıkışmış çarşıda karaborsa vardı...
Örgütler kurşun sıkardı, adam vurulurdu şehrin her yanında...
Sıkıyönetim ve darbe hep gündemdeydi...
Sanayi çoğunlukla devletin zararına çalışan fabrikalarından ibaretti...
Seçime yakın şehre gelen siyasetçiler bazen nutuk bazen de temel atardı...
Statükonun arzuladığı Türkiye, işte böyle bir şeydi...
Yaşam kalitesi, ancak üst düzey bürokratlara ve elitlere ait bir haktı...
Halk ise bu tezgâhta öğütülen ucuz hammaddeden ibaretti...
Onları çılgına çeviren yeni Türkiye modeli, henüz şantiye görüntüsünden kurtulmadı ama şimdiden vatandaşına çok daha kaliteli bir yaşam vaat ediyor...
Dışarıda güçlü bir Türkiye imajı çiziyor...
Sınır ötesindeki düşmanlıkları çözmeye çalışıyor...
Statüko ise canını dişine takmış var gücüyle direniyor...
Yaptıkları şey halka rağmen iktidar olma mücadelesidir...
İrtica, bölücülük gibi meseleler işin ucuz ambalajıdır...
Çünkü demokratik bir ülkede liyakat ile gelinen makamlara, bizde paraşütle iniliyor...
En pahalısından zırhlı makam araçları, koruma orduları, halkın kesesinden alabildiğine yaşanan lüks, milletin meclisine, devletin mahkemelerine kafa tutacak kadar güç, yurtdışı görevler, bedava lojmanlar...
Yedi sülaleye yetecek kıyak emeklilikler, ihaleler, yolsuzluklar, adam kayırmalar...
Etnik köken ve inanç üzerinden üretilmiş suni gerilimler, örgütler ve bitmeyen terör...
Üstelik hesap verme mecburiyeti bile yok...
Ne kadar güzel...
“Yeter! Bu saltanat bitsin” diyenlere vatan haini muamelesi yapıyorlar...
Varsın öyle olsun...
Köklerimizi işaret eden milli irade ve değişim rüzgârları onları korkutuyor...
Referandumla birlikte batılılaşma davası da son bulacaktır...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.