Cihad ve şehitlik
Gazze’ye insanî yardım götürürken İsrail baskınına uğrayan gemide siyonist kurşunlarına hedef olarak can verenlerin şehit olduklarında hiç kimsenin şüphesi yok.
Ömürlerinin son nefesini, her mü’min için imrenilecek bir makam olan şehadet mertebesine erişerek verenlere ve hayat vazifesinden böyle bir şeref belgesiyle terhis edilenlere ne mutlu!
Rabbimizin müjdesiyle onlar ölü değil, kendilerine tahsis edilen hayat mertebesinde, dünyadan ayrıldıklarını dahi fark etmeden, Gazzeli kardeşlerine yardım seferine devam ediyorlar...
Üstad Rus işgaline karşı birlikte savaşırken şehit verdiği yeğeni Ubeyd’in şehadeti sonrasındaki haliyle ilgili müşahedesini anlatırken, onun kendisini kabirde değil, Rus işgalinden çekindiği için yeraltında yaptığı güzel bir menzile sığınmış olarak gördüğünü ifade ediyor. (Mektubat, s. 16)
Yine Üstadın yaptığı başka izah ve örneklere baktığımızda, şehitliği sadece savaş ve çatışmalarda can verenlerle sınırlamayıp, çok daha kapsamlı bir çerçevede yorumladığını görmekteyiz.
Bu bağlamda, tıpkı müsbet hareket gibi, “patent”i Üstada ait olan manevî cihad kavramının altını özellikle çizmemiz gerekiyor. Manevî cihadda kılıç, top, tüfek yok; fikir ve kalem var.
Bu cihaddaki şehadet mânâsı da ona göre şekillenip manevî şehitlik gündeme geliyor. Ve bu kavramın da orijnal boyutları ortaya çıkıyor.
Aslında Üstadın hayatında ve fikirlerinde cihadın her çeşidi mevcut. Meselâ, Rus işgaline ve Ermeni çetecilere karşı vatan müdafaası için maddî cihada koşar ve Ubeyd başta olmak üzere birçok talebesi şehit düşerken, ilim, eğitim, ekonomi gibi alanlardaki çalışmaların da cihad anlayışı içinde yapılması gereğini ısrarla vurguluyor.
“Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır; bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz” sözü, bunun veciz ifadesi.
Esaret sonrasında döndüğü İstanbul kısa süre sonra İngiliz işgaline maruz kaldığında neşrettiği Hutuvat-ı Sitte kitapçığı ise, düşmana karşı verilen cihadda güzel bir “propaganda” örneği.
1926’dan itibaren başlayan Risale-i Nur eksenli iman hizmetinde ise manevî cihad öne çıkıyor. Bu hizmet ve cihada katılanların hedefi önce kendilerinin, sonra başkalarının imanını ve ebedî hayatını kurtarmak. Bu hedef, onları dünyevî, siyasî ve maddî eksenli her türlü mücadele ve çatışmaya girmekten kesinlikle alıkoyuyor.
Manevî cihadda nur var, siyaset topuzu yok.
Onun için, bu cihada ömrünü vakfeden Bediüzzaman ve Nur talebeleri, maruz kaldıkları bilumum baskı, dayatma, işkence ve tacizlere sabrediyor; hiçbir şekilde fiilî mukabelede bulunmuyor; masumların zarar görmemesi için asayiş ve emniyete zarar verecek tavır ve hareketlerden titizlikle kaçınıyor; haksız ithamlarla atıldıkları hapislerde dahi iman hizmetini devam ettiriyorlar.
En ağır baskı rejimlerinde bile hayatiyet bulup gelişebilme imkân ve potansiyeline sahip olan bu manevî cihad esnasında da az şehit verilmedi.
Eskişehir mahkemesi öncesinde Isparta’da gözaltına alınan ve sorgusunda “Doğruyu söylesem Üstadım zarar görecek, yalan söylesem askerlik mesleğimin şerefine yakışmaz. Yâ Rab, canımı al” dedikten hemen sonra ruhunu teslim edip, Üstadın ifadesiyle “istikamet şehidi” olan Binbaşı Asım Beyden, Nazilli’de mahkemenin iade kararı verdiği risalelerini almak için gittiği karakolda dövülerek katledilen Mehmet Oğuz’a kadar...
Hizmet seferindeyken trafik kazalarında şehit olan Santral Sabri, Çaycı Emin, Bayram Yüksel, Ceylan Çalışkan ve terhis belgesini hasta yatağındayken alan Zübeyir Gündüzalp de manevî şehitler kervanındaki öncü bahtiyarlar arasında.
Ulvî bir dâvâ için canını feda etmek, elbette ki büyük bir fedakârlık. Ebedî hayatları kurtarma eksenli bir dâvâ olan Nurun manevî cihadına bütün ömrünü vakfedip her türlü çile, zorluk ve meşakkate katlanmak ise, gönüllülerini manevî şehitliğe eriştirebilen daha yüksek bir feragat...