Said Nursî ve bürokrasi
Bazı kesimlerce AKP’ye ve ona destek veren kimi cemaatlere öteden beri yöneltilen eleştirilerden birinin “Kadrolaşıyorlar, devleti ele geçiriyorlar” iddiası olduğu mâlûm.
Anayasa paketine itirazlarının da temeli bu:
“Ele geçiremedikleri bir tek yargı kalmıştı. Paket kabul edilirse onu da başarmış olacaklar...”
Halbuki AYM’den de vize alan düzenlemelerde bu iddiayı destekleyebilecek çok fazla birşey yok.
Aynı iddiayı asker için de seslendirenler var.
“Ergekon, Balyoz, Kafes... iddiaları, gözaltı, tutuklama ve yargılamalarla asker iyice yıpratıldı, etkisizleştirildi ve ses çıkaramaz hale getirildi...”
Oysa işin esasına bakıldığında, sistemdeki asker vesayetinin kalktığını söylemek de mümkün değil.
Bir diğer nokta, bu iddiaların aksine, AKP tabanı ve seçmeninden zaman zaman partiye yöneltilen “Kendi kadromuzu kuramıyoruz” eleştirileri.
Bu hal, iktidar partisi için “Ne İsa’ya, ne Musa’ya” meseline denk düşen bir tablo oluşturuyor.
Ne tabanının istediği gibi kadrolaşabiliyor, ne de “Ele geçiriyorlar” ithamlarından kurtulabiliyor.
Aslında bu kadrolaşma meselesi, çok partili sisteme geçildikten sonra seçimle işbaşına gelen bütün iktidarların başını ağrıtan konulardan biri.
Her iktidarın, muhaliflerince kadrolaşmakla suçlanması, bir gelenek haline gelmiş durumda.
Bu ithamı en çok yapan ise, öteden beri “devlet kuran parti” olmakla övünen, dolayısıyla bürokrasi kadrolarını da kendisi oluşturmuş olan CHP.
Demokrasiye geçildikten sonra yıllara yayılan bir süreç içinde CHP tarafından belirlenen dar çerçevenin—son dönemde kullanılan tabirle kast sisteminin—kırılıp, bürokrasi kadrolarında halkın çocuklarının da yer almaya başlaması, “partizanca kadrolaşma” diye itham edilmek istendi.
Belki zaman zaman yapılan hatalı tercih ve tayinlerle bu ithamlara malzeme verildiği de oldu.
Ancak bu noktadaki en büyük tahribat darbe dönemlerinde gerçekleşti. 27 Mayıs başta olmak üzere, her darbe, ordu dahil, her kurumda yetişmiş kadrolara yönelik esaslı kıyımlara imza attı.
Zaten kökü çok eskilere uzanan kaht-ı rical sorunuyla mâlûl bir sistemde bu kıyımlar, devletin işleyişinde çok ciddî sıkıntılara sebebiyet verdi.
Bu konuya doğru ve sağlıklı yaklaşımın ne şekilde olması gerektiğini ise, Bediüzzaman’ın 102 yıl önce Sultanahmet ve Selânik meydanlarında irad ettiği “Hürriyete hitap” nutuklarında görüyoruz:
O nutkun konuya dair bölümünde Said Nursî, bir cismi oluşturan zerrelerin birden çözülüp dağılması ve yeni zerrelerden teşkili nasıl mümkün değilse, devlet memurlarının bir çırpıda tasfiye edilip yerlerine yenilerinin ikamesinin de çok zor olduğunu; cism-i devletin, ıslahı kabil olmayanları “def’-i tabiî” ile zaten ayıracağını; ama ıslahı kabil olanlar için “tevbe kapısının açık olduğunu,” böylelerin yerinde tutulması ve tecrübelerinden yararlanılması gerektiğini ifade ediyor.
Ve “Bunların yerini dolduracak kırk sene lâzım” diyerek, eski kadroların tamamına dil uzatıp onları aşağılamaya ve dışlamaya yönelik tavırların, millî birliğe de zarar vereceğini vurguluyor (Eski Said Dönemi Eserleri, Nutuk, s. 179-180).
Bu ifadelerde dile getirilen ölçü ve prensip, bütün devlet kademelerindeki bürokratik kadrolar için olduğu gibi, son günlerin öne çıkan kurulları olan YAŞ ve HSYK’daki atamalar için de geçerli.
Tayinler için öyle bir iklim ve atmosfer oluşturulmalı ki, ne eskiler “Saltanatımız elden gidiyor, karşı devrimciler mevzileri ele geçiriyor” diyebilsin, ne de yeni gelen kadrolara “Yıllarca maruz bırakıldığımız mağduriyetin rövanşını nihayet aldık” dedirten bir “zafer sarhoşluğu”na yol açsın.
Devlet görevlerinin tahakküm uygulama veya servet edinme değil, hizmet yerleri; görev değişimlerinin, iktidar mücadelesi yerine hizmet yarışının aşamaları olarak görüldüğü bir hukuk, demokrasi, hizmet kültürü gelişip hakim olsun.
İşte Said Nursî’nin, diğer temel konularda olduğu bu meselede de, 102 yıldır geçerliliğini koruyan ve uygulanmayı bekleyen çözüm formülü.