Tek tipçi projeler
28 Şubat’ta zorunlu ilköğretim kesintisiz sekiz yıla çıkarılırken telâffuz edilen tek tip eğitim formülünde amaç, çocukların resmî ideoloji kalıbına dökülmesiydi.
Bu uygulama ile, 7-15 yaş arası çocukların, şahsiyetlerinin oluşması açısından çok büyük önem taşıyan o devrelerinde verilecek “eğitim”le, aynı tezgâhtan geçirilmeleri öngörülüyordu.
Resmî ideoloji açısından sakıncalı görülen farklılıklar bu şekilde elimine edilip, herkes “aynı tornadan çıkmışçasına” tek tipleştirilecekti.
Aslında cumhuriyetin başından itibaren tamamen yanlış ve çarpık bir temele bina edilen “tevhid-i tedrisat” formülüyle yapılmak istenen de buydu. Ama olmadığı, ortaya çıkan çok sayıdaki “imalât hatası” ile görüldü. Plan tutmadı.
Çünkü yapılmak istenen şey, fıtrata aykırıydı.
Her biri, Yaratıcının koyduğu kendine has orijinal vasıf, özellik ve kabiliyetlerle ayrı bir dünya olan insanların yaratılıştan gelen farklılıklarını yok sayan veya yok etmeye çalışan tek tipleştirmeci yaklaşım başarılı olamadı ve iflâs etti.
Ama bu yöndeki zorlamalar yeni nesiller ve sosyal doku üzerinde büyük tahribata yol açtı.
Özellikle, dinden tamamen tecrit edilmiş eğitim program ve müfredatları, dinle birlikte bu ülkenin diğer gerçeklerine de yabancılaşmış nesillerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Dinci-dinsiz, laik-antilaik geriliminin temeli böyle atıldı.
İflâs etmiş “tek tip eğitim” anlayışının, ülkeyi yeniden 30’lu yılların karanlığına geri döndürme iddiasıyla başlatılan 28 Şubat’ta tekrar dayatılmasının, faturası giderek büyüyen sıkıntılı sonuçlarını da hep birlikte görüyor ve yaşıyoruz.
Milletin “Çocuğum dinini öğrensin” diye teveccüh ettiği imam hatiplerin önünü kesmek için bütün meslek liselerine vurulan darbe, vasıfsız ve işsiz gençler ordusunu çığ gibi büyüttü.
Aynı gençlerin içinde manevî değerlerden uzak büyüyenlerin sürüklendiği alkolizm, uyuşturucu, çete... tuzakları işin başka bir boyutu.
Eğer, yine 28 Şubat’ın “bir numaralı iç tehdit” sayarak üzerlerine gittiği cemaatler başta olmak üzere bu ülkenin manevî dinamiklerince gerçekleştirilen manevî hizmetler olmasaydı, bu tablo çok daha ürkütücü ve vahim olabilirdi.
Aynı şekilde, aileyi ve ahlâkî değerleri zaafa uğratmak, hattâ çökertmek için, eski dönemlere kıyasla çok daha tahripkâr yöntemlerle amansız bir şekilde sürdürülen “cazibedar” kampanyalara rağmen, bunlara direnen aile yapımız olmasaydı, sosyal bünyemiz çoktan çökmüş olurdu.
Şükürler olsun ki, herşeye rağmen bizi hâlâ muhafaza eden manevî sigortalarımız mevcut.
Ama bunların sürekli takviye edilip güçlendirilmesi ve paralel şekilde artarak devam eden manevî tahribatı frenleyip etkisiz kılmaya yönelik mekanizmaların da geliştirilmesi gerekiyor.
Bunun en önemli ve öncelikli şartlarından biri ise, bir taraftan manevî dinamikleri tehdit ve tehlike olarak görürken, diğer taraftan manevî tahribata zemin hazırlayıp bütün kapıları açan resmî ideolojinin tamamen etkisiz kılınması.
Burada da dönüp dolaşıp, yine özgürlük, demokrasi ve hukuk bahislerine geliyoruz. Bunlar, manevî kimliğimizi ve ona veren değerlerimizi koruyup geliştirebilmemiz için de çok önemli.
Yaklaşık bir asırdır toplum ve ülke gerçekleriyle inatlaşan bir resmî ideolojiyi dayatarak, onun dogmaları ekseninde ısrarla sürdürülen tek tipleştirme projelerinin iflâsı ve meydana getirdikleri çok boyutlu tahribatın her geçen gün büyüyen faturası gözler önünde iken, bu projelerin farklı alanlardaki değişik versiyonlarının gündeme getirilmesindeki garabeti nasıl izah etmeli?
Son günlerde çokça konuşulan tek tip askerlik projesi de, müflis tek tip eğitim projesinin bir uzantısı değil mi? İkisinin kaynağı da aynı zihniyet ve yaklaşımlar değil mi? Ve eğitimde de, askerlikte de topyekûn bir sistem değişikliğinin kaçınılmazlığı konuşulurken böyle projelerle ortaya çıkılması nasıl bir psikolojiyi yansıtıyor?