Başörtüsünde çözüm
YÖK’ün İstanbul Üniversitesinde şapkayla derse giren bir öğrencinin sınıftan çıkarılması üzerine rektörlüğe gönderdiği “Çıkarmayın, tutanak düzenleyin” yazısıyla yeni bir boyut kazanan başörtüsü tartışması devam ederken, konu yine işi çıkmaza sokabilecek yerlere çekiliyor ve çekiştirildikçe çözüm zorlaşıyor.
Bu konuda anayasal düzenlemeye ihtiyaç olmadığını, YÖK Kanununda kılık kıyafet serbestliğini öngören ve AYM’nin iptal etmediği maddenin yeterli olduğunu söylüyor YÖK Başkanı.
Ama o madde 21 yıldır orada durduğu halde yasak niye daha da şiddetlenerek devam ediyor?
Ve ülke 28 Şubat türbülansına girmeden önce, bugün yasak uygulamasının en önemli dayanağı olarak gösterilen AYM kararları o zaman da mevcut olduğu halde, başörtüsü birkaç istisna dışında birçok yere özgürce girebiliyordu.
Çünkü mesele, uygulamada çözülmüştü.
Tâ 28 Şubat fırtınası patlayıncaya kadar...
Öyle ki, yasağın en katı biçimde uygulandığı dönemde Uludağ Üniversite rektörü olan Prof. Ayhan Kızıl, adı yasakla anılan eski YÖK Başkanı Gürüz’ün bile, başlangıçta “Bu işin üzerinde durmayalım” tavrı içinde olduğunu, ama sonraları “Türkiye’nin esen rüzgârlarına göre bir yerde durduğunu” söylüyor (Yeni Akit, 11.10.10).
Ve o dönemdeki kendi tavrını da “1997-98 yıllarında üzerimizde bir baskı hissettik. Yasağı mecburen uygulamak zorunda kaldık. Başörtülü öğrencileri disipline sevk etmeseydik, bizi sevk ederlerdi” sözleriyle anlatıyor eski Rektör.
Bu konuda “Askeriyeden bir etki görmedim” sözü, bahsini ettiği “baskı”nın nereden kaynaklandığını daha da esrarengiz bir hale getiriyor.
Dolayısıyla, bir yönüyle “günah çıkarma ve sorumluluktan kurtulma” çabasının ifadesi olarak görülebilecek beyanlarında vurguladığı “baskı”nın niteliğini, kaynağını ve şiddetini net bir şekilde ortaya çıkarma ihtiyacı zuhur ediyor.
28 Şubat’ta Türkiye’nin hangi sebep ve saiklerle böyle bir ortama sürüklendiğinin çok iyi tahlil edilmesi gerekiyor. Bunun için de sathî ve basmakalıp itham ve iddiaların ötesine geçilerek, o dönemde yaşananların bütün boyutlarıyla derin analizlere tâbi tutulması icab ediyor.
Bunu ifade edip yine başörtüsüne dönersek:
Dediğimiz gibi, bu konuda çözüm anayasa, kanun, yönetmelik, genelge, yazı gibi dokümanlar üzerinden kurallar ihdas ederek değil, özgürlükleri esas alan bir uygulama ile sağlanabilir.
Aksi halde, son günlerde bir kez daha gördüğümüz gibi iş çıkmaza giriyor. “Tamam, üniversiteye başörtüsüyle girilebilsin, ama karşılığında başı açıkların da baskıya maruz kalmayacağının garantisi verilsin; ayrıca ilk ve orta okullarla kamu kurumlarındaki yasak iyice pekiştirilsin; kamu hizmeti verenlerin başörtüsü takamayacağı kurala bağlansın” gibi şartlar dikte edilerek, mesele bir pazarlık konusu haline getiriliyor.
Ve “lütuf”muş gibi sunulmak istenen “Kamu hizmeti alana yasak uygulanmasın” teklifine dahi, Antalya Belediye Başkanı gibi bazı cin fikirliler tarafından, “Yarın lise öğrencileri ‘Ben de kamu hizmeti alıyorum, o halde başörtüsü takabilirim’ diyebilir” gerekçesiyle karşı çıkılıyor.
Bu örnekler, “Mecliste bir araya gelip iki-üç maddelik bir değişiklikle meseleyi hallederiz” düşüncesini hayata geçirmenin hiç de kolay olmadığını, hattâ imkânsız olduğunu gösteriyor.
Onun için, bu meseleyi AKP ile CHP’nin bir araya gelmesiyle ve onlar anlaşırsa MHP’nin de destek vereceği bir yasal düzenleme ile çözme formülü, yine isabetli bir yol gibi görünmüyor.
Onun yerine, “Sessiz kalalım, iş kendi kendine hallolacak. Susalım, çözüm gelir. Birazcık sükûnet olsa, bunlar yaşanmayacak” diyen Hayrünnisa Gül’ün tavrı çok daha doğru ve haklı.
Partiler tavırlarını bu yaklaşıma bina edip, saygı ve hoşgörüyü esas alan bir politika izleseler ve tabanlarını bu istikamette yönlendirseler, çözüme çok daha faydalı bir katkıda bulunurlar.