Cumhuriyet
Meşrutiyetin iki yıl önce idrak ettiğimiz 100. yıldönümünü, olayın önem ve ciddiyetiyle bağdaştırılamayacak bir duyarsızlık ve lâkaydlıkla geçiştiren Türkiye, cumhuriyetin 87. yılını da rutin resmî törenlerin ötesine geçemeyen sığ yaklaşımlarla “kutluyor.”
1999’da Osmanlının 700. yıldönümünü kutlama bahsinde de aynı şeyi yaşamamış mıydık?
Ondan bir yıl önce, 1998’de cumhuriyetin 75. yılı kutlamalarında da keza. Oysa bu özel yıldönümü, o güne kadar mâlûm sebeplerle bir türlü sağlanamayan “devlet-millet kaynaşması”nı geliştirmek için iyi bir fırsat olarak görülmüş ve bu amaçla bir dizi proje yürürlüğe konulmuştu.
Ne var ki, orada da işin özüne ve esasına inilemediği için, kamu kurumlarına 75. yıl levhaları asılıp, pop konserleri düzenlemenin ötesine geçilemedi. Böylece 75. yıl fırsatı da heba edildi.
Şimdi nazarlar her fırsatta cumhuriyetin 100. yılının kutlanacağı 2023’e çevrilmek isteniyor.
Ama temeldeki zihniyet problemi aşılamadığı takdirde, oradan da düzgün birşey çıkması zor.
Bu noktada en önemli handikaplardan biri, Bediüzzaman’ın yıllar önce vurguladığı gibi, cumhuriyetin ilânından sonra kurulan tek parti rejimindeki “istibdad-ı mutlak”a cumhuriyet namının takılması ve böylece cumhuriyetin de anlam ve bağlamından tamamen koparılması.
1950’de çok partili demokrasiye geçildikten sonra cumhuriyeti bu handikaptan kurtarıp özüne uygun bir içeriğe kavuşturma süreci başladı, ama defalarca yapılan darbeler ve zamana yayılan müdahalelerle, bu süreç sabote edildi.
Cumhuriyeti, gerçek anlamıyla hiçbir şekilde örtüşmeyen bir “istibdad-ı mutlak” şeklinde uygulayan zihniyetin inatçı direnişi, aksi yönde gelişen iç ve dış dinamiklerin etkisiyle bir miktar güç kaybetmiş olsa dahi, hâlâ devam ediyor.
Bu direnişin tümüyle kırılması ve istibdad-ı mutlakın kaldırılıp demokratik bir cumhuriyete erişilmesi, bilhassa cumhurun bu noktada ortaya koyacağı irade, inisiyatif ve kararlılığa bağlı.
Cumhuriyetin asıl sahibi olan ve olması gereken cumhur, bu sahipliğini fiilen de göstermeli.
Bunun için de, cumhuriyetin temel prensip ve esaslarını inanç ve değerlerimizle harmanlayıp kaynaştıran izahlar cumhura mal edilmeli.
İşte bu noktada projektörlerin, ihtiyaç duyulan bu izah ve yorumları en güzel şekilde ortaya koymuş olan Said Nursî’ye çevrilmesi gerekiyor.
Gerçekten de Bediüzzaman, 2. Meşrutiyetin ilân edildiği günlerde başlayıp, cumhuriyet ve demokrasi dönemlerinde geliştirerek devam ettirdiği çok orijinal tesbit ve tahlillerle, ideal bir cumhuriyetin temel parametrelerini belirliyor.
Gerek elitlere, gerekse halka meşrutiyeti anlatırken yapıp, cumhuriyet ve demokrasi için de geçerli olduğunu vurguladığı tariflerde adalet, meşveret, kanunda inhisar-ı kuvvet, hukukun üstünlüğü, millet hakimiyeti, kamuoyunun gücü, akıl ve bilim; istibdadın, tek görüş dayatmasının, kaba kuvvet sultasının ve her türlü keyfîliğin reddi gibi temel kavramların altını çiziyor.
Ve bunu, Kur’ân âyetlerini, Peygamberimizin (a.s.m.) hadislerini, selef-i sâlihînin içtihadlarını ve Asr-ı Saadet başta olmak üzere İslâm tarihindeki uygulamaları referans göstererek yapıyor.
Yani, şer’î kaynaklar çerçevesinde geliştirdiği “cumhuriyet felsefesi”ni, çağın getirdiği gelişmeleri de dikkate alan bir yaklaşımla yoğurup, pratiğe yönelik detaylarıyla birlikte toplumun gündemine taşıyor. Meşrutiyetin ilânının üçüncü günü Sultanahmet Meydanında irad ettiği “Hürriyete hitap” nutkundan, hayatının son yıllarında yazdığı mektuplara kadar, ortaya koyduğu tahlillerin tümünde bunu görebiliyoruz.
Eğer cumhuriyet adı altında uygulanan istibdad-ı mutlaka rağmen millet bunun faturasını cumhuriyete çıkarmadıysa, bunun en önemli sebeplerinden biri, kendisini “dindar cumhuriyetçi” olarak niteleyen Bediüzzaman’ın yaptığı bu izahların halka büyük ölçüde mal olmasıdır.