Said Nursî ve gazeteler
Bundan 102 yıl önce İstanbul’da çıkan gazetelerin çoğunda makaleleri yayınlanan Bediüzzaman Said Nursî’nin, söz konusu gazetelere yönelik genel bir eleştirisi vardı.
Devrin gazetelerini, haysiyet kırıcı neşriyatlarıyla İslâm ahlâkını sarsıp kamuoyunu perişan etmekle suçluyordu Bediüzzaman. (Eski Said Dönemi Eserleri, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 124)
Ona göre, gazetelerin iki önemli görevi vardı:
Biri, gidişattaki olumlu ve olumsuz gelişmeleri duyurup halkı bilgilenmek; diğeri, hatîb-i umumî ve mürebbî-i efkâr olmak, yani topluma seslenen hatipler olarak, fikirleri terbiye etmek.
(Eski Said Dönemi Eserleri, Nutuk, s. 187)
Birinci görev, gazetelere hak ve millet hakimiyeti adına müfettişlik, denetim işlevini icra edecek keskin kılıçlar olma vasfını kazandırıyor.
İkincisi ise, fikirleri geliştirecek yönde yayınlar yapılmasını gerektiriyor. Bu da okuyucuların derinlemesine bilgi sahibi kılınmasına bağlı.
Gelişmeler doğru bilgilerle ve konunun farklı boyutlarını ortaya koyan detaylı yorumlarla sunulmalı ki, okur isabetli bir karara varabilsin.
Bu yapılmayıp da, birbirinden kopuk parçalı bilgi kırıntıları haber diye sunulur, haberin temel unsurları eksik bırakılır, dahası farklı niyet ve hesaplarla orasından burasından kırpılıp püf noktaları gizlenir ve önemsiz detaylar öne çıkarılarak konular çarpıtılırsa, hem fikirler sathîleştirilip sığlaştırılır, hem de zihinler karıştırılır.
Ve darma dağınık bir “kamuoyu” oluşturulur.
Üstadın, dinsiz felsefenin getirdiği sonuçlardan birini ifade ederken kullandığı “Beşerin beynini bin parça etmiştir” sözü (Sözler, s. 882), bu dağınıklığın en ileri boyutuna dikkat çekiyor.
Bütün yanlış, eksik ve arızalarına rağmen yine de fikir eksenli bir ağırlıkta çıkan Osmanlı matbuatını İslâm ahlâkını sarsmak ve kamuoyunu perişan etmekle suçlayan Said Nursî’nin bu eleştirileri, izleme gereği dahi duymadığı cumhuriyet basını için çok daha fazlasıyla geçerli.
Çünkü cumhuriyet adı altında tek partiye dayalı koyu bir istibdad-ı mutlak rejiminin uygulandığı o dönemde gazeteler resmî ideolojinin propagandisti olmakla görevlendirildi ve farklı, hele muhalif görüşlere hayat hakkı tanınmadı.
Havanın biraz yumuşar gibi olduğu 1940’ların sonlarına doğru dinî muhtevalı yayınların çıkmaya başlaması üzerine de, Matbuat Umum Müdürlüğünce, bu tür yayınlara derhal son verilmesini ihtar eden sert ultimatomlar çekildi.
Bilhassa dinî neşriyatın yasaklandığı ve farklı fikirlere izin verilmeyen o dönemin bir başka özelliği, hem fikirleri sathîleştiren, hem de ahlâkî değerleri aşındırmaya çalışan yayınların alabildiğine serbest bırakılıp tervicine çalışılmasıydı.
Bu noktada, “okunacak” değil, “bakılıp atılacak” gazete çığırını başlatan Simavi ekolünün çok özel bir yeri ve işlevi var. Sedat Simavi’nin Hürriyet’ten önce yıllarca çıkardığı Yedigün dergisindeki en belirgin özelliğin müstehcenlik olması da, böyle bir bağlamda son derece anlamlı.
Bu derginin 25.7.1934 tarihli sayısında çıkan bir plaj yazısındaki “Birbirini andıran mayolar içtimaî farkları ortadan kaldıran birer demokrasi bayrağı gibi görünüyor” cümlesi ise, ülkenin tek parti diktasıyla yönetildiği bir devirde demokrasinin bu zihniyet tarafından nasıl yorumlandığını gösteren ironik bir örnek teşkil ediyor.
Ve bu örnekler, aynı zamanda yine Üstadın “On para kazanmak için ahlâk-ı İslâmiyeyi esasıyla sarsan istihzaat ve terzilât (alaycı ve aşağılayıcı yayınlar) ve müstehcenat ile ezhan-ı şûrede (çorak zihinlerde) ahlâk-ı rezîlenin (rezil ahlâkın) tohumlarını serpiyorlar” (Eski Said Dönemi Eserleri, Nutuk, s. 187) tesbitini teyid ediyor.
Bütün bunlara karşı Üstadın çağrısı şu:
“Edipler edepli olmalı, hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddip olmalı. Ve onların sözleri kalb-i umumî-i müşterek-i milletten çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i halisa tanzim etmeli.” (a.g.e., s. 124)