Üç konu
Geçen hafta başladığımız yeni tarzın sizlerden tasvip gördüğünü ifade eden olumlu mesajlarınız üzerine, bundan böyle Cumartesi günleri bu şekilde kısa anekdotlarla huzurunuza çıkmayı düşünüyoruz. İnşaallah ilgi ve desteğinize lâyık, istifadeye de medar olur.
Başörtülüye parmak izi ve kulak kontrolü
ALES kılavuzunda başörtüsü yasağını kaldıran düzenlemelerin Danıştay engeline takılması ve ardından yine başörtülülerin derse alınmasına ilişkin yazısından dolayı YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan hakkında yapılan suç duyurusunda savcılığın verdiği takipsizlik kararının meşhur Sincan hakimi Osman Kaçmaz tarafından kaldırılması sonrasında işler yine karışmış görünüyor. Danıştay’ın kararına YÖK’ün yaptığı itirazdan olumlu bir sonuç çıkması beklenmezken, ÖSYM Başkanvekili Prof. Dr. Ali Demir’in “Başörtüsü serbest olursa adayların tanınması zorlaşır ve güvenlik problemi olabilir” gerekçesine karşı seslendirdiği “tedbirler” de yürekleri burktu: “Göz taraması, parmak izi ve kulak kontrolü.” Hepsi de ancak suçlu olduğundan ciddî şekilde kuşku duyulan kişilere uygulanabilecek, insan onuruna yakışmayan, aşağılayıcı yöntemler. Başını örten bir genç kızı, kimliğini ispatlamak için göz retinası ve parmak izi kontrolüne muhatap kılmak, görevlilerce kulaklarına baktırmak, hiç olacak şey mi Allah aşkına?!
***
Hz. Ömer’i (r.a.) örnek gösterirken
Başbakan Erdoğan valilere seslenirken, İkinci Halife Hz. Ömer’i (r.a.) örnek gösterip, “Hepinizin birer Ömer olmasını istiyorum. Yoksulu bulacaksınız; gıdasını, erzakını, kömürünü vereceksiniz” demiş. Devlet idaresinde zirve ve rehber şahsiyetlerin başında gelen Hz. Ömer’in (r.a.) bu şekilde günümüz yöneticilerine bir nümune-i imtisal olarak sunulması elbette ki takdire şayan bir tavır. Ancak burada eksik kalan ve rahatsız eden birşey var. O da, Hz. Ömer (r.a.) gibi, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) en yakınında bulunmuş büyük bir sahabenin yalnızca bir yönüyle nazara verilmesi. Benzer bir durum daha önce Hz. Peygamberin (a.s.m.) ilk eşi Hz. Hatice (r.a.) için de sergilenmiş, onun “ticaretle uğraşan bir kadın” olma vasfına dikkat çekilmişti. Şüphesiz, bu da önemli, ama öncelik, İslâmın saff-ı evvelini teşkil eden ve her biri birer yıldız olarak tavsif edilen bu sahabe ve sahabiyelerin manevî şahsiyetlerinde olmalı ve zikredilen özelliklerine de bu bağlamda atıf yapılmalı değil mi? Aksi halde, onları da “dünyevî” eksenli projelerin referansları olarak kullanma durumuna düşülür ki, bizce çok sakıncalı...
***
“İmtiyazsız, sınıfsız kitle” böyle mi oluyor?
Türkiye’de TSK’ya bağlı 43 orduevi ve 400’ü aşkın sosyal tesis varmış (Radikal, 7.2.11). Bilindiği gibi, buralardaki aşçılık, garsonluk, kuaförlük, resepsiyon, temizlik v.s. gibi görevler erler tarafından yürütülüyordu. Tepkiler üzerine bu uygulamadan vazgeçilip, o işler sivillere devredilirken, buna bağlı olarak, tesislerdeki “sudan ucuz” fiyatların biraz artsa da dışarıyla kıyaslandığında yine çok düşük kaldığı belirtiliyor. Orduevlerindeki beş yıldızlı otel konforundan ve sosyal tesis imkânlarından çok ucuz fiyatlarla yararlanma ayrıcalığı eskisi gibi devam ediyor.
Ama bu ayrıcalık, üst düzeyler için geçerli.
Benzer durum, emniyet, yargı, üniversite gibi kurumlar ve diğer yüksek bürokrasi görevlileri için de söz konusu. Onlar da lüks imkânlardan çok düşük fiyatlarla istifade imtiyazına sahipler.
Keza, meslek odaları ve sendikalarda da paralel yapı ve organizasyonları görmek mümkün.
Özellikle kamuda ve kamuyla bir şekilde irtibatlı kurumlarda bu şekilde dağıtılmış bir ayrıcalıklar sistemi yıllardır yürürlükte. Buna karşılık on milyonlarca kişi, bırakın böyle imkânlara sahip olmayı, derd-i maişetle kıvranıp duruyor.