Yüzde 10 barajı ve ötesi
Partilere yapılan devlet yardımından sadece üç partinin yararlanması, 12 Haziran seçiminin de adaletsiz bir sistemle yapılacağının göstergelerinden yalnızca biri.
Bir diğeri yüzde 10 barajı. Bu oranı aşan sayıda oy alamayan parti yine Meclise giremeyecek.
AKP, barajın yüzde 5’e veya hiç değilse yüzde 7’ye çekilmesi yönündeki ısrarlı talepleri “Siyasî istikrar bozulur, yine koalisyonlara mahkûm oluruz” gerekçesiyle reddederek bugünlere geldi.
Ama “istikrar” gerekçesiyle savunulmaya devam edilen yüzde 10 barajı, “temsilde adalet” ilkesini ihlâl ediyor. Adaletsizlik üzerine kurulu bir “istikrar” ise ciddî riskleri içinde barındırıyor.
Sağlam temellere oturmayan sağlıksız ve aldatıcı bir istikrar görüntüsünün ardından, şu an için tam olarak öngörülemeyen öyle sıkıntılar gelebilir ki, şimdi koalisyonlar için seslendirilen sakıncalar onların yanında gayet hafif kalabilir.
Nitekim bugünkü iktidara yönelik olarak, kimi karşıtlarınca dile getirilen “sivil dikta” iddiaları ve bunlara paralel olarak birikip bilenen rövanş duyguları, endişe verici işaretleri saklıyor.
Mevcut siyasî dengelerin değiştiği ve meselâ Refahyol’un çekilmeye zorlanıp yerine Anasol-M veya Anasol-D türü formüllerin ikame edilmesine benzer gelişmelerin “daha demokratik” görüntülerle, seçmen iradesine dayandırılarak gündeme geldiği bir durumda neler yaşanabileceğini tahayyül etmek bile yeterince ürpertici.
Ama bu durum, AKP tarafından alttan alta dillendirildiği gibi, “Biz gidersek şöyle olur, böyle olur; Ergenekonculara gün doğar” şeklinde bir korkutmaca unsuru olarak da kullanılmamalı.
Ve böyle bir ihtimalin önünü kesebilmek için, seçmenin önüne, siyasetin müdahalelerle bozulmuş dengelerini tekrar kurup, rövanşist niyetlere de geçit ve fırsat vermeyecek demokratik alternatifleri koymanın yolları mutlaka bulunmalı.
Bu bakımdan, Türkiye’nin yönetimde istikrarla temsilde adalet ilkesini bağdaştıran dengeyi bir an önce yakalayıp, istikrar adına adaleti gözardı etme yanlışından artık kurtulması şart.
Ve gereğinde, istikrarı koalisyonlarla sürdürebilecek bir olgunluğa erişildiği de ispatlanmalı.
Temelleri, 40. yılını da geride bıraktığımız 12 Mart müdahalesine dayanan planların sonucu olarak AP tabanının parçalanması ile 1973-80 yılları arasında yaşanan koalisyon tecrübelerinin toplumsal hafızada bıraktığı olumsuz izler, hem darbeciler, hem de önünü açtıkları siyasetçiler tarafından halkı korkutmak için kullanılageldi.
Merhum Özal’ın en çok tekrarladığı sözlerden biri “12 Eylül öncesini unutmayın” iken, Erdoğan’ın da sık sık sekiz yıl öncesini hatırlatmaya başlaması, bunun ifadeleri. Ama ikisinin de es geçtiği nokta, eleştirdikleri ve kendilerine verilen halk desteğinin devamını sağlamak için “korkutma aracı” olarak gündeme getirdikleri koalisyonların, müdahaleler yüzünden siyasette yaşanan dağınıklığın kaçınılmaz sonuçları olmaları.
Ama Özal da, her fırsatta onu örnek alıp izinden gittiğini söyleyen Erdoğan da koalisyonların faturasını, siyaseti buna mecbur eden darbelere değil, siyasetçilere yıkma kolaycılığına kaçtılar.
Tek parti iktidarına imkân vermeyen parçalı bir Meclis tablosu karşısında, siyasetçilerin uzlaşmaya dayalı koalisyon hükümeti kurmaktan başka bir demokratik alternatifleri var mıydı ki?
Onun dışında belki seçime gidebilirlerdi, ama seçmenin de kafasının karışık olduğu ve yeni bir seçimden farklı bir tablo çıkması ihtimalinin zayıf göründüğü bir ortamda o yola başvurulması, seçimi de çare olarak görülmekten çıkarabilirdi.
Dolayısıyla, şartların koalisyona mecbur bıraktığı siyasetçileri bundan dolayı kötülemek yerine, asıl sorumlu olan darbelerle hesaplaşılması gerekirken bundan kaçınılıp ucuz suçlama ve polemiklere tevessül edilmesi doğru bir tavır değil.
Özal’la Erdoğan’ın yine benzer reflekslerle dillendirdikleri “İkinci sıraya düşersem bırakırım” beyanında ifadesini bulan iktidar bağımlılığı ve muhalefete düşmeyi hazmedememe tavrı da...
Oysa muhalefet hem bir denge unsuru olarak demokrasinin çok önemli bir kurumu, hem de bir partinin kalıcı olup olmadığının göstergesi...