Özeleştiri

Özeleştiri

Bu köşede 14 Mayıs 2010 tarihinde yayınlanan “Cemaat ve siyaset” başlıklı yazımızın son pasajlarında şunları ifade etmiştik:

“Sürekli olarak politik tartışmaların içinde ve odağında yer alan bir cemaat, o tartışmaların kaçınılmaz bir neticesi olan yıpranmadan kendisini koruyup âzade kalabilir mi? Kıyasıya bir iktidar mücadelesinin tarafı gibi davranan veya tavırları öyle algılanan bir cemaat, kendisiyle ilgili olarak gündeme gelen iddiaları sürekli tekzip etse dahi, bunların zihinlerde bıraktığı tortu ve izleri tamamen silip temizlemeyi başarabilir mi?
“Son dönemlerde medya, bürokrasi, polis, asker ve yargı zeminlerinde cereyan eden ‘cemaat eksenli’ yandaşlık-karşıtlık polemiklerinin geldiği nokta, bu bakımdan son derece düşündürücü.
“Bunların sağlıklı bir şekilde aşılması için, ‘Cemaat parti olamaz, onun işi devlet yönetmek değildir’ prensibinin özümsenip hayata geçirilmesi ve âcilen aslî hizmetlere dönülmesi gerekiyor.”
Geçtiğimiz günlerde, Hüseyin Gülerce köşesinde Fethullah Gülen’in şu ifadelerini aktardı:
“Başkaları niye düşmanlık yapıyor, komplo kuruyor, her fırsatta bu harekete dil uzatıyor? Burada biraz da kendimize bakmamız lâzım. Acaba bizim usûl hatalarımız mı, üslûp hatalarımız mı var? Bize olan bakış; yanlış yaklaşımlarımızdan mı, ihmallerimizden mi, o insanları ‘karşı cephe’ olarak görmemizden mi kaynaklanıyor? Bunları düşünmeden, bir yönüyle kendimizle yüzleşmeden, kendimizi sorgulamadan, hemen insanları, kabahatlerinin mahkûmu haline getirmek doğru değil...” (Zaman, 30.3.11)
Böyle bir özeleştiri ihtiyacının hissedilmesi ve dile getirilmesi önemli. Ama “cemaat adına” hareket ediyor izlenimi vererek ve belki bu görüntü altında kendi hesaplarını yürütme peşinde olanların da karışmasıyla “Hazır, iktidar ve güç elimize geçmişken, bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirelim” diyerek tamgaz yola devam eden birilerini frenleyip dizginleyebilir mi; bilemiyoruz.
***
Menderes’i idama götürenler
Tuttuğu günlüklerdeki “gazetecilik ötesi” notları yüzünden tutuklu Ergenekon sanıkları arasına giren Mustafa Balbay, demir parmaklıklar arkasındaki üçüncü baharını da, çok güzel tasvirlerle anlattığı “ağaçların dirilişi”ni göremeden karşılar ve özgürlüğüne CHP adaylığı ile kavuşma planları yaparken, son mektubunda “Bu iktidar Menderes’in değil, onu idama götürenlerin ruhunu temsil ediyor” demiş (Vatan, 29.3.11). Hücre hapsinde tutulmanın getirdiği psikolojinin de etkisiyle yaptığı bu değerlendirme elbette ki çok abartılı. Ancak vaktiyle 27 Mayıs’a alkış tutan ve sonrasında da bu kanlı darbeyi ısrarlı şekilde savunagelen bir gazetenin yıllarca Ankara temsilciliğini yapmış bir gazetecinin, iktidara duyduğu tepkiyi, “Menderes’i idama götürenler” benzetmesi ile dile getirmesi ibretli değil mi?
***
Bir ibret tecellîsi daha
Mustafa Balbay, tutuldukları hücreleri kanalizyonun bastığından da şikâyet ediyor. Cezaevlerindeki ilkel ve gayri insanî şartlar öteden beri ciddî bir problem. İnsanlar şu veya bu suçlama ile hapse konulabilir. Ceza, o insanların özgürlüklerinden mahrum ve toplumdan tecrit edilmeleridir. Ama onun ötesinde devlet, hapisteki insanlara da “insanca” bir hayatın asgarî şartlarını sağlamakla yükümlüdür. Ama ne yazık ki, “Cezaevlerinde şöyle reform yaptık, şartları böyle iyileştirdik” diyerek seslendirilen o kadar övünmelere rağmen, bu alanda da hâlâ çok gerilerde olduğumuz anlaşılıyor. Ve Balbay’ın kanalizasyon şikâyeti, yıllar önce Bediüzzaman ve talebelerinin, yerleri kanalizasyon sularının bastığı, pislik ve kokudan durulmaz halde olan izbe hücre ve koğuşlarda aylarca tutuldukları ve vaktiyle onlara yapılan insanlık dışı muamelelere duyarsız kalmış, hattâ alkış tutmuş olanların da benzer hallere düşebilecekleri gerçeğini hatırlatıyor.
Evet, hukuk ve adalet herkese lâzım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi