AKP ve demokratikleşme
Geçen sene Ege’nin önemli bir ilinde katıldığımız panelde AKP’nin AB sürecini savsaklayan tavrını eleştirdiğimizde, iktidar partisinin salonda bulunan il başkanı bir not göndererek, “Bu panelin yapılabilmesi ve sizin burada konuşabilmeniz dahi, iktidarımızın sağladığı demokratikleşme ortamının neticelerinden biridir” mealindeki itirazını ifade etmişti.
Kendi iktidarını bir milât sayarak, öncesinde olumlu anlamda hiçbir şey yapılmadığını iddia eden ve geçmişi tamamen karalayıp kendisini parlatma esasına dayanan abartılı anlayış, maalesef siyasetçilerin kronik hastalıklarından biri.
Ve bunun temeli cumhuriyetin kuruluş yıllarına kadar uzanıyor. O zaman cumhuriyet adı altında tek partiye dayalı bir istibdad-ı mutlak rejimini tesis edenlerin ağırlıklı vurgusu Osmanlıyı kötüleyip, yaşanan bütün olumsuzlukların faturasını Osmanlı padişahlarına çıkarmaktı.
Elbette ki, gerileme ve çöküş döneminde Osmanlının da hataları vardı. Zaten onlar yüzünden çöktü. Ama toptancı ithamlarla hem gerçekler saptırılıyor, hem de haksızlık yapılıyor.
Oysa tarihî hadiseleri kendi şartları içinde insaflı ve objektif bir tavırla yorumlamak lâzım.
Ve “Eskiyi unut, yeni yolu tut” tekerlemesinde ifadesini bulan toptancı yaklaşımın, demokratik kültür içinde asla yerinin olmaması icab ediyor.
Aksi halde, bir süreliğine gizlenip örtbas edilse de er veya geç ortaya çıkmak gibi bir huyu bulunduğu ifade edilen gerçekler bir gün mutlaka açığa çıkar; gizleyip saptıranlar tarih önünde de, gelecek nesiller karşısında da mahcup olur.
Nitekim Şam gezimizde kabrini ziyaret ettiğimiz ve gurbette vatan hasretiyle, hangi sıkıntılar içinde son nefesini verdiğini bir kez daha dinlediğimiz, ama resmî ideolojinin “hain” ilân ettiği son padişah Vahideddin’in, M. Kemal’i Anadolu’daki kurtuluş hareketini organize etmek üzere bizzat görevlendiren kişi olduğu yönündeki tarihî gerçek, son günlerde yine gündeme geldi.
Keza Ergenekon operasyonları kapsamındaki kitap baskınları, tek parti devrinde dışlanan millî mücadele komutanlarından Kâzım Karabekir’in, Nutuk’taki tek yanlı anlatımlara alternatif olarak kaleme aldığı hatıratının nasıl bir takip ve tarassut altına alındığını hatırlamaya da vesile oldu.
Bu bakımdan, böylesi mahcubiyetleri yaşamamak için, geçmişe yönelik değerlendirmelerde insaf ve hakşinaslığı elden bırakmamak, demokrasi ahlâkının gereklerinden biri. Bu, mevcut iktidarın icraatları için olduğu gibi, önceki devirlerdeki iktidarların hizmetleri için de geçerli. Ve kendisine böyle bir haksızlığın yapılmasından rahatsız olan AKP, yakındığı bu tavrı kendisinden evvelki iktidarlara reva görmekten vazgeçmeli. Bilhassa bugünlere göre çok daha zor şartlarda hizmet vermeye çalışan ve defalarca müdahalelerle alaşağı edilen demokrat iktidarlara.
Bunları ifade ettikten sonra başta aktardığımız anekdota dönecek olursak: O panelin yapılmasını, gerçekten AKP’nin sağladığı demokrasi ortamına mı borçluyduk? Hayır. Çünkü benzer toplantıları, siyaset sahnesinde AKP’nin henüz mevcut olmadığı dönemlerde de yaptık. Hattâ 28 Şubat’ın en hızlı zamanlarındaki konferans ve panellerde, hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı uygulamalara son derece sert eleştiriler yönelttik.
Topluma, medyaya, sivil örgütlere ve siyasete yönelik asker kaynaklı ve yargı destekli baskıcı ve keyfî uygulamalara ve yasaklara hem yazılarımızda, hem konuşmalarımızda tepki gösterdik.
Bu sebeple, Yeni Asya olarak bedel de ödedik.
Dolayısıyla, o şartlarda verilen hürriyet mücadelesi yok sayılarak, “Özgürlüklerin önünü biz açtık” gibi bir iddia ile ortaya çıkılması, gerçekleri tahrif gayretinden başka bir anlam taşımaz.
Türkiye’nin hürriyetler açısından geldiği noktada, AB sürecinde kat edilen sınırlı mesafenin ve buna bağlı olarak toplumda oluşan bilinçlenmenin de büyük payı var. Ama son işaretler, bu toplumsal bilinçle AKP arasındaki makas farkının giderek açılmakta olduğunu düşündürüyor.