Yurduna Dönen Adam
Kırım Türklerinin sürgün acılarını onun kitaplarından okumuştuk. Tasasız çocukluk günlerini, vatan toprağında, ana ocağında, bağların bahçelerin arasında, denizin derin maviliklerinde rüyâlarıyla iç içe yaşarken bir gün kamyonlarıyla köyü boşaltmaya gelenler Kızıltaş’ın bağrına şivan düşürür. Dövünen anaların, ağlaşan kızların ve çocukların acı çığlıklarına basa basa babaları, eşleri, oğulları alıp götürdüklerinde Cengiz Dağcı on yaşındadır. O günleri anlatırken; “Nereye götürüyorlardı kocalarını? Niçin götürüyorlardı babalarını? Kimse bilmiyordu niçinini, nedenini” diyordu. Sonraki yıllarda, ağızları sımsıkı kapalı yetkililer bu niçinsiz götürmelere devam eder. Ta ki Kırım topraklarının köklerini ve filizlerini bütünüyle sökene kadar. Kırımlılar, insanlık tarihine yükü ağır görüntülerini düşürerek yerlerinden yurtlarından koparılırlar. Ama ruhları topraklarını terk etmemiştir; “Ata mirası topraklarından koparılıp götürülen Kızıltaşlıların ruhları ve hayaletleri kalıyordu boşaltılmış evlerin içerisinde”.
Cengiz Dağcı’nın sürgün hayatı İkinci Dünya Savaşı’nda askere alınışıyla başlar, yirmi yaşındadır. Savaş esnasında Almanlara esir düşer. “Korkunç Yıllar” romanı esir kamplarında yaşanan çileleri anlatır. Dağcı’nın hayatının ayrıntılarında, savaşın esir çocuklarının benzer hikâyelerini ve acılarını da buluruz. Merak edenler İsa Kocakaplan’ın Türk Edebiyatı Vakfı Yayınlarından çıkan, “Kırım’ın Ebedî Sesi Cengiz Dağcı” kitabını ve Ötüken Neşriyattan çıkan romanlarını okuyabilirler.
Dağcı, büyük bir aşkla bağlı olduğu eşi Regina ile Londra’da yaşıyordu. Regina’nın dışında Londra ile kalben sıkı bağlar kuramamıştı, çünkü “Bu topraklar ölmeye değmez” diyordu. Yurduna neden dönmediği sorusunun cevabını ise bir değil birçok sebebin içinde saklıyordu. Ama öldüğünde döneceğine inanıyordu.
Cengiz Dağcı doksan iki yıllık ömrünün son nefesini Londra’da Hakk’a teslim etti. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, geniş ufuklu ve vizyon sahibi bir devlet adamından beklenen duyarlılıkla Türk Dünyasının bu çok değerli ve usta kalemine sahip çıktı ve onu ebediyete kendi yurdundan uğurladı. Haberi nasıl aldığını anlatırken, siyasi kimliğinin dışında, bu memleketin has bir evladı olarak samimiyetini yakından gördük.
Dışişleri ve Kültür Bakanları ile Diyanet İşleri Başkanı’nın da bizzat hazır bulundukları cenaze merasimine Türkiye’den iki yüz kişilik bir grup katıldı. Davutoğlu, cenaze namazının kılındığı Cami-i Kebir’in avlusunda kısa ve çok veciz konuşmasında geleceğin yolunu medeniyet temeli üzerine oturtan tanımları kullandı. Ana ile vatanı, vatan ile dili, özgürlük ile vatanı özdeşleştiren Dağcı’nın kendi topraklarında ve kardeşlerinin kucağında ebediyen huzurla yatacağını, esaretin bittiğini söyledi. Bu aynı zamanda ebediyen dost kalacak olan Ukrayna ile Türkiye’nin, Karadeniz’in iki yakasının buluşmasıdır, dedi. Kültür Bakanı, Diyanet İşleri Başkanı ve Kırımlı konuşmacılar bu merasimin gerçekte, Dağcı’nın anasına, topraklarına ve Rabbine kavuştuğu vuslatı olduğunu vurguladılar.
Uzun bir konvoy hâlinde Yalta tarafında bulunan Kızıltaş’a yollandık. Ayı Dağı’na bakan ve denize uzanan üzüm bağları kim bilir nicelerinin acı hatıralarını bağrında sarıp sarmalamış. Ulu dedem Molla Bekir Efendi düşüyor yadıma. İbrahim Hakkı Hazretleri dedesi Bekir Efendi için “Azak seferine gidip Kefe’de vadesi yetip anda Ulu Cami’de kalmıştır (1697)” diye bilgi veriyor. Acaba geldiğimden haberdar olmuş mudur, acaba Cengiz Dağcı’yı karşılamış mıdır, gibi düşünceler geçiyor aklımdan.
Cengiz Dağcı’yı dualar, aminler, Fatihalarla Hakk’ın rahmetine uğurluyoruz. Ne güzel bir nasip. “Rabbim” diyorum, içimden “nesiller boyu ışığı sönmeyecek olan o güzel eserler yüzü suyu hörmetine onu cennetine al”.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.