Mahalleden mizah çıkar, baskı çıkmaz
Farklı düşünüp farklı yaşayanların birbirini illa da “anlaması” şart değil aslında.
Karşılıklı “saygı” içinde olmak yeterli.
Farklılıklar üzerinden düşmanlık üretmek niye?
Birbirini tam olarak anlamama ya da biraz yanlış anlama içeren kimi söylem ve olaylar da, salt bir “nükte” ya da “hoşluk” olarak kalmalı.
Geçenlerde bir bayram programı vesilesiyle gittiğim Tvnet’te, son yıllarda daha çok muhafazakar kanallarda haber spikerliği yapan bir bayan arkadaşımla karşılaştım.
Kendisi sıkı bir solcudur.
“Nasıl gidiyor hayat” diye sordum şaka yollu; “Solcu birinin muhafazakar kanallarda çalışması nasıl bir duygu?”
“Valla ben memnunum. İşimi yapıyorum. Kimseden en küçük bir incitici söz veya tavra muhatap olmadım. Ancak zaman zaman aynı dili konuşmadığımız için birtakım hoşluklar yaşanıyor tabii.”
Ben “Ne gibi” diye sorunca bir örnek olay anlattı.
Daha önce çalıştığı TV-5’in bahçesinde köpeğini gezdiriyormuş bir gün.
Bir ara köpek bankta oturan ve televizyondaki bir tanıdığını ziyaret için orada bulunan yaşlıca bir amcanın yanına doğru yönelmiş.
O da köpeği adama rahatsızlık vermesin diye peşinden gitmiş.
Arkadaş, bundan sonrasını şöyle anlatıyor:
-Kendini köpekten sakınmaya çalışan yaşlı amca bana “Ne cins” diye sordu. Ben de “Kangal” dedim. Adam asık bir yüzle tekrar “Ne cins” dedi. Ben yine “Kangal” dedim. Adam bu sefer “Ne cins, ne cins” deyince ben de biraz sinirlendim tabii. “Kangal kangal” diye cevap verdim. Biz böyle karşılıklı aynı kelimelerle konuşurken biri koşarak yanımıza geldi ve ortamı tatlıya bağladı. Meğer amca Şafii mi neymiş. Bana köpeği göstererek “Necis” diyormuş. Ben de “Ne cins” anlıyormuşum!..
Biraz da bayram akşamının keyfiyle karşılıklı epey güldük bu olaya.
“Bu hoşluğu köşemde yazabilir miyim” diye izin istedim ondan.
“Tabii” dedi, “Aslında ben de yaşadığım daha birçok ilginç ve komik anımı ileride kitap haline getirmeyi düşünüyorum.”
Hani Fazıl Say’ın “biz ve onlar” yaklaşımıyla yeniden tetiklenen ünlü mahalle baskısı tartışmaları var ya, bunların ne kadar yanlış ve maksatlı olduğunu arkadaşımın anlattıklarıyla bir kere daha anlamış oldum.
Evet, yanlış ve maksatlı. çünkü böyle bir durum yok.
İlla da mahalle baskısından söz edilecekse tersinden var.
Bunu da ben söylemiyorum, ünlü Kemalistlerimizden Prof. Dr. Toktamış Ateş söylüyor.
Dün Star’da kendisiyle yapılmış bir röportajda şöyle diyordu:
“Nedensiz yere korku ve karamsarlık yayıyor. Bakın, ben hep sur içinde; Laleli’de, Fındıkzade ve Sultanahmet’te yaşadım. 10 küsur senedir de Fatih’teyim. Fatih’te herkes kara çarşaflı ya da başı bağlı zannediyorlar. Mesela yardımcım Nurdane Hanım çarşamba’nın tam göbeğinde oturuyor. Dört kızı mini etekle rahatça dolaşır, kimse de laf etmez. Farklılık tehlike değil, belki de zenginliktir.”
“Biz ve onlar” ayrımının suniliğini anlatan Ateş, kendisi gibi düşünmeyenlerden mahalle baskısı görmediğini, tam tersine baskıyı kendi mahallesinden gördüğünü açıklıyor:
“çok ciddi baskılar yaşadım. Tehlikeyi görmediğimi düşünüp ‘Siz ne biçim Kemalistsiniz’ gibi eleştiriler aldım… bizim çevre bunu görmüyor. Saygın insanlar... ama en büyük cehalet okumuşun cehaleti.”
Toktamış Hoca’nın söylediklerine aynen katılıyorum.
Bu topraklarda farklılıklar içinde bir arada yaşama, neredeyse başka hiçbir ülkeye nasip olmayacak denli köklü ve derin bir haslet.
Hep söylüyorum;
“Mahalle baskısı” diye hikaye okuyanlar, biraz da kendi baskıcılıklarının ruhlarında yol açtığı paranoyayla böyle konuşuyorlar.
“Ben onu her alandan dışlamak istediğime göre, o da garanti benim için öyle düşünüyordur” sendromu yani.
Oysa gerçek öyle değil.
İşte başı açık kadınlar; en muhafazakar televizyon kanallarında haber sunuyorlar. (Oysa tersini düşünebilir misiniz?)
Toktamış Hoca’nın dediği gibi, Fatih gibi en muhafazakar bilinen semtlerde bile, hiçbir ayrımcılığa maruz kalmadan hayatlarını sürdürüyorlar.
Oysa başörtüsü hâlâ bu ülkede en büyük ayrımcılık ve dışlanma nedeni.
Okuyamayanlar onlar. İş bulamayanlar onlar… “Artıyor-azalıyor” diye adeta tehlikeli bir virüsten bahsediliyormuş gibi bir eda içinde, sık sık anketlere konu edinenler onlar. Orada burada istiskal edilmeleri sıradan bir olay haline gelen, orada burada bulunmaları manşetlere çekilenler onlar. “Bak giderim ha!” demek suretiyle bu ülkede bulunmalarını bu halka bir lütuf gibi sunanların rahatsızlık sıralamasının en başında anılanlar da yine onlar.
Onlar, kendilerine “Biz” diyenlerin “Onlar”ı.
Neyse ki Türkiye bu yapay tasnifleri aşacak her türlü donanıma sahip bir ülke.
Türkiye mahallesi, birilerinin ufkunun alamayacağı kadar “Biz” bir mahalle.
Dolayısıyla zorla çıkıntılık etmeye çalışanlar, bu mahallenin marjinalleri olarak kalmaya mahkumdur.
Boşuna uğraşmasınlar.
Bu mahallede farklılıklardan “mizah” çıkar ama “düşmanlık” asla!..
--------
münaşaka
Türkiye’nin desteklenmeye ve cesaretlendirilmeye ihtiyacı olduğunu söyleyen AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Günter Verheugen, “Avrupa’dan gelen olumlu ya da olumsuz açıklamalara bu kadar hassas şekilde davranan başka bir ülke görmedim” demiş.
Tabii görmezsin.
Türkiye ile oynadığınız kadar başka hiçbir ülkeyle oynamadınız ki, “hassas” olup olmadıklarını görebilesiniz!..
--------
sözünözü
Yalnızca akıllılar düşünce sahibidirler. İnsanların geri kalanları düşüncelerinin tutsağıdır. (Coleridge)