Hem bardağı yan tut hem de dökme!
Basında PKK veya onun sözcüleriyle ilgili haberler çokça yer alsa da, bu tür haberlerin özünden soyutlanarak verilmeye çalışıldığı gene de gözden kaçmıyor. Nedir bunlar, bu haberler derseniz saymakla da bitmez.
İşte meselâ Leylâ Zana ile Başbakanın görüşmesi!.. Durduk yerde Leylâ Zana çıkıyor ve silâhların susmasının zamanının geldiğine dair açıklamalar yapıyor. Eski fikirlerinden çok farklı açıklamalar bunlar!.. Ama Başbakanla görüşmesinin ardından yaptığı konuşma bize, yeni Zanayı değil, eski Zanayı çağrıştırıyor. Vâki görüşme için hem Başbakan, hem Leylâ Zana özel kıyafet tasarımları ile karşımıza çıktığı halde de maalesef bu böyle oluyor, yani ilgili buluşmayı kurgulayanlar işin bu noktasına kadar planladıkları halde, sonuç değişmiyor. Peki bu durumu nasıl karşılamak gerekir?
Kimileri diyor ki; Perşembenin gelişi Çarşambadan belli idi. Dolayısıyla sonucun böyle olmasına asla şaşırmamak gerekir.
Kimileri diyor ki; Zana, Başbakan Erdoğana müthiş bir gol attı!..
Kimileri de diyor ki; Zana ile yapılan görüşme böyle bir sonuç verdiğine göre, gerisini varın siz hesap edin!.. Demek ki PKK veya Kandille hiçbir müzakereye girişmemek gerekirmiş. Nitekim görmüyor musunuz? Karayılan gibileri ayağının üstünde dokuz yalan söylüyor. Hangi sözüne inanır, verdiği hangi teminata bel bağlarsınız? Daha açığı da ne PKK ile ne de onun sivil sözcüleri ile asla bir müzakere yapılamaz.
Kuşkusuz bu gelişmelerden bu tür sonuçlar çıkarmak bize de zor gelmiyor. Daha ötede bu mantığın kuvveti karşısında şapka çıkarmak zorunda da kalıyoruz. İkinci bir husus olarak da buradan, PKKya dönük askeri mücadeleye kesintisiz devam zarureti hasıl oluyor.
Fakat PKKnın beyni ve üssü Kandilde olduğuna göre orası tahrip edilmeden, yani Kandilde bulunan 5 veya 8 bin PKKlı öldürülmeden bu işin sonunun alınacağı gene de kolay gözükmüyor. Bunları da orada Kuzey Irak yönetimi barındırdığına göre, PKKya yönelik mücadelenin, Barzaniyi de içine alacak şekilde genişletilmesi şart olarak karşımıza çıkmamakta mıdır?
İşte Türk basınında, PKKya karşı diri durulmasını ihtar edip duran haberlerin dayandığı ana strateji budur. Ulusal heyecanlarımıza vurgu yapıp duran ve buradan da hükümetin lâzım gelen bir gayret sergilemediğini ihsas ettiren strateji yani!..
Bu stratejinin ikinci bir ayağı daha var. Bilhassa da Amerikan Musevi gazeteleri ve onları güdümleyen Neo-Conlar, MOSSAD, dolayısıyla da İsrail!.. İşte bütün bu kesimler, şiddete dayalı mücadelenin sürdürülmesi yönünde durmaksızın haberler yapıyor, yorumlar yayınlıyorlar. Fakat bazen de anında ray değiştirerek, Uludere olayında olduğu gibi, hükümeti ve Genelkurmayı köşeye sıkıştırmaya dayalı stratejileri devreye sokuyorlar. Türkiye bile-isteyen, kasdi olarak Kürt katliamı yapıyor cinsinden haberler!..
Yani aynı anda PKKya veya Kuzey Iraka yönelik, şiddet temelli politikalara başvurulması yolunda hükümete ve Genelkurmaya baskı uyguluyorlar; hem de biraz ileri gidildiği durumlarda da Türkiye kendi insanını katlediyor cinsinden karşı bir pres geliştiriyorlar.
Öyleyse bu stratejinin samimiyetine bel bağlamak ne derecede mümkündür? Ulusal heyecanlarımızı hükümete karşı muhalefete dönüştürmek, Türkiyeyi iki arada bir derede bırakmak ve daha önemlisi de sağduyu ile üretilecek yeni çare arayışlarının önünü kesmeye dayalı bu stratejinin, yeni değil eski olduğunu şimdi kime anlatabilirsiniz bilmiyorum.
Öyleyse hatırlayın!.. Çevik Bir, 28 Şubat arefesinde İsraile gittiğinde, Türkiye ile İsrail arasında şöyle bir ortak kader anlaşmasına varılmıştı: Türkiye ile İsrail, Ortadoğunun iki kadersiz milletidir!.. İsrailin Filistinden çektiği ile, Türkiyenin Kürtlerden çektiği aynıdır. İki ülkenin bu bakımdan, ortak güvenlik stratejisi uygulamalarında büyük fayda bulunmaktadır. Öyleyse böyle bir politika uygularken, bu dayanışmaya karşı çıkan Araplarla İran da müşterek düşmanımız değil midir?
İşte Türkiye, Apoyu Suriyeden çıkararak, ardından da Suriyeyi kendi kucağına çekmekle, 28 Şubatın gizli Siyonist dayanışmasını berhava edivermişti. Fakat o günden bugüne de içimizdeki sınıflar, doğan sonucu bir türlü hazmedemediler. Bu yüzden Kürt meselesini kaşıyıp duruyorlar. Tabii bu menhûs politikanın inandırıcılık kazanması için yeri geliyor liberalliğe, yeri geliyor ulusalcılığa, yerine göre de Kemalist jargona başvurmaktan geri durmuyorlar. Ne gariptir, birbirine zıt bu tutumlar, birbiri ile de sarmaş dolaş da geçinip gidiyorlar!..
İlgili strateji yıllardan beri sürdürülüp giderken ne sonuç aldığı da ortada. Toplum bu sınıflara da, onların bel bağladığı stratejilere de asla itibar etmiyor, fakat Mavi Marmara olayından sonra ne olduysa oldu, Türkiyede yeni bir dinî sınıfın daha bu stratejinin parantezine dahil edildiği ortaya çıktı. Bu nokta hem ilgili dinî grup hem de Türk siyaseti açısından tarihî bir kırılma başlangıcıdır.
Karşı stratejiyi ise ayrıca yazmamız gerekecektir
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.