Necmettin Türünay

Necmettin Türünay

Bayram tekbirleri!

Bayram tekbirleri!

Size bugün eski, çok eski bir bayram hatırasından söz etmek istiyorum.


Eski Ramazan hasreti gibi bir duygu ile değil, doğrudan bir hatıraya, doğrudan yaşanmış bir güzelliğe sizi de ortak etmek için!..

Daha henüz çocuktum. İlkokula başladığımdan bile emin değilim. Fakat buna rağmen de biz mahalleli akranlarla sözleşmiş, dede ve babalarımızdan bağımsız, kendi başımıza camiye gideceğiz. Çünkü yarın Kurban Bayramı. Gideceğimiz cami de kendi mahallemizdeki eski cami değil, köyün hayli uzak bir noktasında inşa edilen yeni cami!.. Çünkü o caminin bambaşka bir özelliği bulunuyor. O da, yeni yapılan caminin kubbeli oluşundan başka bir şey değil.

İşte o camiye gideceğiz ve göklere doğru yükselen o muhteşem kubbeyi biraz şaşırarak, biraz da hayranlıkla seyredeceğiz. Zira o yüksek kubbeyi akıl ve havsalamız almıyor, biz bundan şaşkın düşüyorduk.

Bayram sabahı camiye vardığımda ne görelim? Kapıdan içeriye öyle bir kalabalık akıyordu sormayın!.. Büyüklerin arasında biz anında dağılıverdik. Daha doğrusu da beraberliğimizi koruyamadık. Caminin orasına burasına dağılmak durumunda kaldık. Kim nerede bilmiyorum dolayısıyla.

İşte o anafor arasında, akıntıya kürek, ben yukarı katta bulmayayım mı kendimi? Hem yukarıda, hem en ön safta, hem de safın ortasında müezzin mahfili diyebileceğim yerin tam dibinde!.. Daha, daha önemlisi de, göklere doğru gerilmiş kubbeye en yakın bir noktada!

Sanki ne olurdu? O anda biraz daha büyüsem!.. Ellerimi yukarılara doğru yükseltsem!.. Parmaklarım kubbelere değecek ve ben dağların zirvelerine ermiş gibi bir hisle dopdolu hale geleceğim. Hem arkadaşlarım arasında bundan büyük bir imtiyaz düşünülebilir miydi?

Anlıyorsunuz değil mi?

İşte aşağıda imam konuşuyor: Bayramdan, bayram namazından söz ediyor, fakat benim dikkatim oralarda değil. Önümde şimdiye kadar görmediğim mahşerî bir kalabalık, üstümde de o nisbette geniş, göklere doğru gerilmiş bir kubbe!.. Halk şairi Emrah’ın “çıkam dağlara dağlara” ya da “inem bağlara bağlara” dediği gibi, bir aşağı bir yukarı baka baka dalmış gitmişim.

İşte o dalgınlıktan olmalı, kıldığım bayram namazını dahi şu an hatırlayamıyorum. Fakat o sırada, hatırımdan çıkmayan bir şey oldu. Hemen yanı başımda, yani yukarı katta müezzinlik görevi yapan Tulukların Ali dayı yüksek, tok bir sesle tekbirler getirmeye başlamasın mı? Hiç acelesiz, Davudî bir sesle dönüp dönüp tekrar ediyor. O büyük cami, o yüksek kubbeler sanki dar geliyor bu okuyuşa. Doluyor caminin içi!.. Bütün cemaat, ondan aldıkları sesi tekrar ede ede çoğaltıyor. Hepsi bir ahenge râm olarak okuyorlar, okuyorlar!..

Fakat ne olmuşsa, nasıl olmuşsa bu sesler bana derinden derine tesir ediyor. O güne kadar kadın meclislerinde dinlediğim hiçbir ezgiye benzemeyen, babamın ara sıra dalgın vakitlerde mırıldandığı üç beş türküyü andırmayan bir okuyuş biçimi!.. Mânâlarını bilmediğim, kelimelerine âşina olmadığım o sesler ruhumu öyle öyle doldurmuş olmalı ki, içim adeta geriliyor da geriliyor. Yani alışık olmadığım bir iç tazyikle dopdolu, taşmaya hazır bir halde buluyorum kendimi.

O anda ne aşağılardaki geniş cemaat kalabalığını, ne yukarılara doğru yükselen kubbeyi görecek, düşünecek halde değilim. Gözümde her şey küçülmüş, basitleşmiş gibi bir hal olmuştu bana. Tulukların Ali dayının okuduğu tekbirlerin derinliği ve ululuğu karşısında, onlar ne kadar da küçük şeylerdi öyle? Belki bu cemaat gene büyüktü, o kubbeler gene yüksekti. Fakat bayram tekbirlerinin enginliğinden benim çocuk ruhuma yansıyanların yanında, onlar gene de bir şey ifade etmiyordu.

Yaz kış zirvelerinde karın eksik olmadığı Ak Dağ’ın etekleri ile, uzak kuzeylerdeki Kumalar silsilesi arasında kalan bütün bu ovalar... Gökte yıldızlar, doğan-batan aylar ve güneşler... Sabahın bu serin vakti, bütün bu tabiat sanki o anda, bu tekbir sesleri ile dopdolu hale gelmişti. Her yere ulaşan, nüfûz eden, her şeyi içinden saran bir tesir!.. Diyebilirim ki çocuk ruhuma, o ana kadar alışık olmadığım bir his şeklinde yerleşti kaldı. Şimdi hatırladıkça da o yarı ürpertili, yarı vecidli hal içimde kıpırdayıp duruyor. Kuşkusuz küçük yaşta hissettiğim duygunun, o anda ne kelimeye ne de cümleye dönüşmesi söz konusu değildi. Daha doğrusu da o sırada hislerimi ifade edebilecek bir yaşta bulunmuyordum. Şimdi aradan bunca yıl geçtiği halde o yarı ürpertili doygun ruh halini, lâyıkı seviyede bir dil ile ifade edebildiğimden gene de emin olamıyorum.

Necip Fazıl’ın “küçükken derdi ki dadım:/Çoğu gitti azı kaldı” mısralarında olduğu gibi, araya yılların girmesi ile o tekbir seslerinin tesiri azalmayıp çoğalıyor. Fakat tasvir ettiğim o dekor, kubbeler ve cemaat, sonunda büsbütün bir karikatüre dönüştü. Genişliği ve yüksekliği ile biz çocukları şaşkın bırakan o cami, meğer 200-300 kişilik bir cemaati barındırabilecek bir genişlikte değil miymiş?

Kelime, kavram ve bilgi olarak değil, içte idrak olunan bir maneviyat biçiminde, dinle ilk temasım olarak ben o anı hatırlıyor ve onun şuuruna ermeye çalışıyorum. O ilk anın bende bıraktığı bir tesirle midir bilmiyorum. Yüksek ahlâklara ve aşkınlık intibası uyandıran büyük davranışlara karşı daima hürmetkâr kalmak istedim. Dolayısıyla bütün ehli İslâm’ın bayramını tebrik ediyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Necmettin Türünay Arşivi