Akif ve çağı
Akifin Safahatını değişik açılardan okumak mümkündür. Şiir olarak, hikâye ve roman olarak, çoklarının yaptığı gibi ilgili dönemin şartlarını ve siyasetini okumak bakımından!.. Dolayısıyla Akifin şiir külliyatı mesabesindeki Safahat, farklı farklı okumalara müsait bir durum arz etmektedir denilebilir.
Tabii bunun dışında Safahatın, 1908 Meşrutiyetinden sonra kademe kademe oluşmaya başlayan yeni İslâm düşüncesinin tekevvünü noktasından da ayrı bir değeri vardır. Kuşkusuz Safahatın ilmî bir eser, bir düşünce eseri olmadığını bilerek söylüyorum bunu. Nitekim bazı büyük sanatkârlar vardır ki, onlar, hemen bütün müktesebatını tek bir türle ifadeden yana olurlar. Mevlânânın nesirden ziyade şiire meyletmesi, hâiz olduğu emsalsiz birikimi de şiir üzerinden boşaltması gibi!.. Bu açıdan düşünülünce Mesnevi de birbirinden farklı okumalara müsait bir eser olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla onda, kişinin ihtiyacına cevap veren yüksek şiirler bulunduğu gibi, hikâye ve kıssalarla da sık sık karşılaşmamız tabiidir.
Ancak bu demek değildir ki Mesnevi, sırf şiir ve kıssalardan ibaret bir eserdir. Bunların dışında o büyük külliyat Mevlânâya mahsus bir tefekkürün cevelân edip durduğu okyanuslar gibi akar durur. Yani bazı büyük dehâlar kendilerini, bir tür üzerinden ifadeyi tercih etmiş olsalar bile, bu onların çok cepheli kişilikler olduğuna asla bir perde teşkil etmez. İşte bu yüzden Mevlânânın insan, tabiat, cemiyet, din ve tasavvuf gibi konularda ne düşündüğünü, dönem aydınlarından hangi noktalarda farklılık arz ettiğini rahatlıkla çıkarabiliriz.
Dolayısıyla Akife de böyle, çağımızın Mevlânâsı olarak bakmamız mümkündür. Bu benzetme ile her iki şairi birbirine indirgemek değil maksadım. Biri onüçüncü, diğeri yirminci yüzyılda yaşamış; biri büyük bir mutasavvıf, diğeri ona muhalif veya mesafeli bir şair olarak, aralarındaki farkları unutuyor değilim. Fakat ne olursa olsun, büyük dehâlar, birbirine uzaklardan el eder dururlar. Çünkü onların mayalarında bir ortaklık, hilkaten yaradılışlarında da derin bir müştereklik söz konusudur.
Buradan yola çıkarak demek istiyorum ki Safahat, Mevlânânın Mesnevisi gibi, birbirinden farklı okumalara müsait bir şiir külliyatıdır. Hal böyle olmakla beraber, son yıllarda Safahat ve Akif, neredeyse tekdüze bir okumaya indirgenmiş gibi gözüküyor. Onun içinde doğduğu devri ve siyasal ortamı aydınlatmak, dönem iktidarlarına dönük geliştirdiği kritikler ve maruz kaldığı baskı ve mahrumiyetler vs. yani yakın dönem siyaset hayatımızı Safahat vasıtası ile manalandırmaya çalışmak gibi bir yaklaşım!.. Kuşkusuz Akifin hem hayatı, hem eseri Safahat bize bu yönde büyük imkânlar bahşediyor. Fakat bu tür bir okuma ile Akif hakkındaki çalışmalar, ya yakın dönem siyasi tarihine, ya da mazlûm bir şairin hayat hikâyesine varıp dayanmış bulunuyor.
Bu söylediklerimle kuşkusuz bir yanlışlığa değil, bir yeknesaklığa işaret etmiş oluyorum. Dolayısıyla Akifin bireysel hayatını ya da dönemin siyasi tarihini aydınlatmak amacı dışında, Safahat daha başka okumalara tâbi tutulamaz mı diye uzun uzun düşünmek durumunda kaldım. Meselâ Akif ve Safahat, 1908den sonra oluşmaya başlamış yeni edebiyat ve düşünce akımları noktai nazarından neyi ifade etmektedir gibi!.. Yani döneme mahsus İslâm düşüncesinin teşekkülü açısından, Akifin yaptığı katkı nedir? İzmirli İsmail Hakkı, Bediüzzaman Said Nursi, Elmalılı Hamdi, Musa Kâzım Efendi vs. Çünkü o devirde canlı bir düşünce hayatı ile karşılaşıyoruz. Tefsiri, meali, siyeri ve kelâm düşüncesini yenilemek gibi kuvvetli bir irade ve farklı farklı arayışlar söz konusu ilgili devirde. İşte o ortamda, bugün kendilerini saygı ile andığımız büyük düşünürler yetişiyor. Ayrıca daha önceden alışık olmadığımız enteresan denemelerle karşılaşıyoruz. Meselâ Bediüzzamanın İşârâtül İcazı bu devirde yazıldığı ve Enver Paşa tarafından da bu dönemde basıldığı gibi, Konyalı Vehbi Efendinin büyük tefsiri de aynı dönem içinde yazılmış bitirilmiş bulunuyordu. Şehbenderzadenin ve Mahmut Esat Efendinin büyük İslâm tarihleri de aynı şekilde!.. Burda unutulmaması gereken yeni ulemanın, seleflerine göre bayağı farklı bir tutum takınmalarıdır. İşte bu noktada İzmirli İsmail Hakkının, hazırladığı ilmi kelâm kitabına, Yeni İlmi Kelâm adını vermesi size manidar gelmemekte midir?
Meselâ bu hususta Musa Kâzım Efendi şöyle der: Bizdeki mevcut kelâm kitapları, mensubu ve takipçisi kalmamış arkaik mezhep ve kelâm ekolleri ile savaşır dururlar. Buna karşılık çağımızda büyük dalgalanmalara yol açmış düşünce akımları ile yüzleşmekten ise kaçınırlar. Onun için medreselerde okutulan klasik kelâm kitaplarının ihtiyaca cevap vermediği ortadadır. Bu yüzden hem çağdaş bilimin verilerini tanımak ve öğrenmek, hem de çeşitli felsefi akımları İslâm noktai nazarından tahlil ve aynı zamanda da cevaplandırmak mecburiyetimiz vardır. Peki bu nasıl olacak öyleyse? Medreselere yabancı dil dersi koymak ve bu düşünceleri kendi kaynaklarından okumak lüzumu yok mudur?
İşte Akif kendi döneminde ortaya çıkmaya başlayan yeni İslâmî anlayışın sözcülüğünü üstlenen bir derginin yöneticisi konumunda idi. Daha doğrusu da Akif ve Eşref Edip Sıratı Müstakimi böyle bir ihtiyaç için çıkarmışlardı. Dolayısıyla kısmen nezir, daha ziyade de uzun şiirlerle kendini ifadeye çalışan Akife, bundan böyle daha yeni bir perspektifle yaklaşılması lüzumu ortadadır. Ayrıca yeni bir düşünce, yeni bir İslâm telâkkisi ile yola çıkan bir şairin buna hakkı olduğunu da düşünüyoruz. Ona sırf bir siyasi figür olarak yaklaşmanın, onu ne kadar kuruttuğunu ve sınırladığını düşünerek söylüyorum bütün bunları.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.