Sol saa sol saa, her gün bayram olsaa
Çocukluğumun bayramlarında askeri usul uygun adım yürürken kendi aramızda gülüşür, öğretmenin, yürüyüşümüzü düzeltmek için tempo tutarak söylediği “sol saa sol saa” ifadelerine hep bir ağızdan “her gün bayram olsaa” cümlesini ilave ederek eğlenirdik.
Bizim için tarihlerin 23 Nisan ya da 19 Mayıs’ı gösteriyor olması hiç önemli değildi. Hazırlıklar vesilesiyle aylarca derslerden yırtmak sonrasında ise gırgır ve şamata ile kendimizden geçtiğimiz eğlenceli günler demekti bayram.
O günlerden bugüne pek çok şey değişti ancak değişmeyen ve değişime direnenler de hala yerli yerince duruyor. Çağdaşlığı Müslüman halk üzerinde terbiye aracı ve hatta bir silah olarak kullananlar ve her fırsatta ülke insanını gericilikle yaftalayan ve “karnını kaşıyan adam” diyerek küçümseyenler, nedense iş, darbe ya da askeri vesayet ürünü bayram kutlamalarına geldiğinde ilkçağların arkaik pagan kültürüne dönmekte bir beis görmüyorlar. İstiyorlar ki bayramlar, her türlü sorgulamadan ve mantık süzgecinden uzak lay lay lom havasında kutlanmaya devam edilsin.
Her fırsatta Mustafa Kemal’in çağları aşan ileri görüşlülüğünden bahseden ve tek hedef olarak muasır medeniyet seviyesini gösterdiğini yineleyenler, bayramlar söz konusu olduğunda kraldan fazla kralcı bir tavırla Atatürk’ü bile geride bırakarak onun “Ebediyete akıp giden her on senede bir kutlayın!” dediği Cumhuriyet bayramını her yıl kutla(t)ma yolunu seçiyor.
Bizim bayramlar deve-boyun meselesinde olduğu gibi neresinden tutsanız elinizde kalacak cinsten. Muasır medeniyet deseniz, bu tür kutlamaların en son Nazi Almanya’sında ya da faşist İtalya’da kaldığını biliyoruz. Günümüzde de sanırım sadece Kuzey Kore’de var. Bilimin rehberliği deseniz, 90 yıldır (ve ne yazık ki hâlâ) anaokulundan üniversite sıralarına kadar Atatürk’ün tek kurtarıcı ve resmi tarih tezlerinin değişmez hakikatler olarak sunulmasına rağmen gençliğin kahir ekseriyetinin hala 23 Nisan, 29 Ekim ve 19 Mayıs gibi tarihlerin ne anlama geldiği ile ilgili temel düzeyde dahi bilgi sahibi olmadığı gün gibi ortada.
Demokratik normlar deseniz, askeri disiplin içinde uygun adım yürüyen öğrencileri, halkı selamlayan protokol üçlüsünü ya da geçmiş yıllarda beynimize kazınan başörtüsü dolayısıyla törenden kovulan vatandaş tablosunu koyacak yer bulmakta zorlanıyoruz. “Milli” deseniz, yüzyıllar öncesinde kaldığını sandığımız, ancak hala görmeye devam ettiğimiz atalara çiçekler ve kurbanlar sunma gibi paganist uygulamaları nasıl değerlendireceğiz? Öğretilenlere bakacak olursanız cumhuriyet ve demokrasi halkı reayadan vatandaşlığa, toplumu da ümmetten ulusa yükseltmişti. Ancak geriye dönüp baktığımızda “ulus”un bölmek, ayrıştırmak ve parçalamaktan başka bir işe yaramadığı, vatandaşlığın da insanlar arasındaki eşitliği sağlamaya yetmediği ortaya çıktı. Hatırlayın, biri çıkıp “Halk bu yaz yine sahillere akın etti, vatandaş denize giremiyor!” diye yakınmıştı bir zaman.
Bayram yapılacak, yap!
Esasen bayramların ruhunu kavramaya, kavratmaya yönelik hiçbir katkısı bulunmayan, popülist gösterilerle geçiştirilen bayram anlayışına en başta itiraz etmesi gerekenler, bugün ortalıkta gezinip “Bayramlar elimizden alınıyor!” ve “Cumhuriyet elden gidiyor!” diye bas bas bağıranlardır. Ancak günümüzde tam aksi bir durum söz konusu olduğuna göre asıl amacın bayramları idrak etmek değil, ülkeyi ve ülkenin değerlerini yağmalama ve kaynaklarını sömürme üzerine kurulu sistemin devamını sağlamak olduğu anlaşılıyor. Bu türden kutlamalar, gerçeklerin üzerini örterek resmi tarih tezlerini ikame edebilmenin en kolay ve en pratik yolu çünkü. Onlar için eşit yurttaşlık masalı ile uyuşturulmuş kitlelerin, majestelerinin hükümranlığının devamını sağlayacak hamasi bilgilerle donatılması yeterli.
Yurtdışında iken stadyumda düzenlenen ve televizyondan canlı olarak yayınlanan bir 23 Nisan törenini Mustafa Kemal’in hedef olarak gösterdiği muasır medeniyet seviyesine(!) ulaşmış Avrupalıların gözüyle izlemiş ve ülkem adına utanmıştım.
Bir taraftan hamasi şiirlerle bayram havası estirmeye çalışan spikerlerin yapmacık ve zoraki bayram sevinci, diğer taraftan karnını doyurmakta zorlanan milyonlarca insanın yaşadığı bir ülkede heba edilen onca kaynak ve en önemlisi de yaptıklarının nereye ve nelere karşılık geldiği hakkında en ufak bir fikri dahi olmayan küçücük çocuklar üzerinden devşirilen sanal ve egoist “büyük devlet” imajı. Etinden tırnağından artırıp çocuğunu okutmaya çalışan velilere üstelik sadece bir defaya mahsus giyilebilecek kıyafetler için harcatılan onca para, anaokulu çağındaki çocuklara giydirilen yarı çıplak elbiseler, saatlerce güneşin altında kalıp sıcaktan bayılan ya da soğuktan tir tir titreyen minikler, hazırlık çalışmaları dolayısıyla aylarca boş geçen dersler, heba olup giden zaman ve askeri düzen içinde yürüyen öğrenciler başka hangi ülkede var acaba?
Bir de her 10 Kasım’da gururla ekranlara taşınan dağda, bayırda, okulda, çarşıda, iş yerinde ve hatta trafikte saygıdan donup kalmış ülke tablosu var ki evlere şenlik. Allah aşkına söyleyin, 10 Kasım’da ortaya çıkan görüntünün birkaç yıl önce anlı şanlı medyamızın alaycı bir dille ekranlara taşıdığı Kuzey Kore görüntülerinden ne farkı var?
Hayatını kaybeden liderleri Kim Jong İl’e ağlayan Korelilerle günlerce alay eden pek demokrat medyamızın ve aydınlarımızın aklına nedense bizde her yıl tekrarlanan 10 Kasım görüntüleri hiç gelmez. Kuzey Koreliler henüz cenazesi kalkmamış liderleri için gözyaşı dökerken bir diktatör için zorla ağlatılan zavallı bir halk oluyor ama 75 yıl önce ölen bir lider için her yıl hayatın durması “Ataya saygı seli” oluyor.
Sevsinler sizin demokratlığınızı…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.