Medya dibin kara
En önemli hastalıklarımızdan biri de herkesin bildiği ama cesaret edip de kimsenin söyleyemediği gerçekler bir gün bir şekilde ortaya çıkınca herkesin elini ağzına götürüp “Vay be, demek öyleymiş ha!” şaşkınlığını yaşaması, daha doğrusu yaşıyor görünmesi. Habertürk ile ilgili olarak ortaya çıkan ve günlerdir “Alo Fatih” parolasıyla dillere pelesenk olan dinleme kayıtları işte bu gerçeğin altını kalın bir çizgiyle bir kez daha çizdi.
Bir gazeteci olarak elbette her ne sıfatla olursa olsun hiçbir kimsenin bir medya organının yayınına müdahale etmesini hoş karşılayamam. Ancak bugün dünya genelinde müdahale edilmemiş tek bir gazeteci ya da bir medya organı olduğuna da inanmam. İletişim tahsili ve az buçuk Avrupa görmüş biri olarak ne her alanda tek örnek, tek hedef ve tek ölçü gösterilen Avrupa’da ne “özgürlükler ülkesi” ABD’de ve ne de dünyanın geri kalan kısmında her yönüyle bağımsız ve tamamen tarafsız bir yayın organı olduğuna inanıyorum.
Bugün kabul edilen şekliyle “basın” ile “objektif”liğin bir arada bulunması teknik olarak da pek mümkün görünmüyor zaten. Netice itibariyle basın faaliyetlerinin en temel amacı bir kişinin, grubun, partinin, şirketin sesini daha geniş kitlelere duyurmak değil mi? Globalleşme adı altında kapitalizmin tüm dünyayı etkisi altına aldığı günümüzde “tamamen duygusal” nedenlerle yayıncılık yapan bir yayın organı olduğunu kabul etsek bile bu yayın organının da ticari olarak en azından reklamverenlerine bağımlı olduğunu kabul etmek durumundayız. “Yayıncılıktan para kazanılmaz” gerçeği bugün artık herkesçe malum bir olgu haline gelmişken “Biz sadece gazetecilik yapıyoruz, tarafsız ve objektif habercilik yapıyoruz!” herzesini kime yutturabilirsiniz?
Tüm bu gerçekler ortadayken, geçmişten günümüze Türk medyasının gerek okuyucunun güveni, gerek tirajlar ve gerekse siyaset ve ticaretle ilişkisi ortadayken, başbakanın bir yayın organının patronuna söylediği sözleri duyunca herkesin bağrına ok saplanmış gibi kükremesini anlamak da mümkün değil. Her ne sebeple olsun başbakanın bu müdahalesi elbette hoş olmamıştır ancak Türkiye’de basına ilk defa bir müdahale oluyormuş gibi yaygara koparmak da en azından sahtekârlıktır, çifte standarttır. Bu ülkede medyaya yapılan müdahalelerin sadece bilinenlerini bile saymaya kalksak, ciltler dolusu eser yazmamız gerekir.
Bu ülke üç değil, beş değil, yıllarca çetelerin, siyasilerin, asker ve cuntaların manşet belirlediği bir ülke oldu. Fazla uzağa gitmeye gerek yok daha dün üstelik darbecilerin verdiği brifinglere koşar adım giden ve sonra da “13 dakika ayakta alkışladılar.” diye haber yapan medya, bu medya değil miydi? Daha dün “Genç subaylar rahatsız” manşeti bu ülkede atılmadı mı? Peki ya 2008’deki meşhur “411 el kaosa kalktı” manşeti? “Gerekirse silah bile kullanırız!” ve “Topyekün savaş” manşetleri gazetecilerin hür vicdanıyla attığı manşetler miydi sizce? “Paşa paşa imzaladı!” manşeti de objektif bir manşetti öyle mi? Peki “Ya uy ya çekil!” ve “Beceremediniz artık bırakın!” manşetleri?
Meşhur fıkradır: Hristiyanlığı yeni öğrenmeye başlayan bir Amerikalı sabah uyanır uyanmaz soluğu Yahudi dostunun yanında almış ve ensesine tokadı patlatmış. Tokadı yiyen Yahudi acı ve şaşkınlıkla kıvranırken Amerikalı gürlemiş: “Bu tokat size az bile, siz İsa’ya az çektirmediniz!” Yahudi “Yahu” demiş, “O iki bin yıl önceydi!” “İyi de” demiş Amerikalı “Ben yeni duydum!”
Bizim medya da o hesap!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.