Felsefe ve ilahiyat barışmalıdır...
Kızılca kıyamet, karşımızda olduğu gibi duran tabiat konusunda değil de; kaynağı ne olursa olsun, gerçek olarak orada öylece duran tabiata insan eliyle yapılmış katkılardan dolayı kopuyor.
İnsanın, gerçek denilen her ne ise onunla bir sıkıntısı yok. Yeryüzü, ağaçlar, taşlar, hava, su, toprak, ateş, gökyüzü, yıldızlar, bulutlar…
Bütün bunlar, açıklanabilen gerçeklerdir. Bu tür gerçeklikler açıklanan, aralarında neden-sonuç ilişkisi kurulan şeylerdir. Açıklama dediğimiz de, olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkilerini doğru görmek ve doğru ifade etmektir.
Açıkladığımız dünya, bilimin ve zekânın muhatabı olan dünyadır. Bilim yapan zekâ, karşımıza hazır olarak konulmuş olan dünyayı, ne ise o olarak görmek işini yapar. Karşımızda hazır bulduğumuz ve aramıza mesafe koyduğumuz dünya, problemsiz dünyadır: Pozitivizmin dünyası.
Bizzat bizim tarafımızdan oluşturulan, hazır olarak bulduğumuz dünyaya kattıklarımızla oluşan dünya: Problemli olan dünyadır. Bu dünyayı da tıpkı diğer dünya gibi, diğer gerçeklik alanı gibi herkes için geçerli olabilecek açıklamalar yapabileceğimiz bir dünya gibi görüyor ve aldanıyoruz. İşte kızılca kıyamet de buradan kopuyor.
Çünkü din, hukuk, ahlak, politika, kültür, tarih, bütün bunların nesnel, tam, doğru, tümel ve bütün zamanlar ve mekânlar için geçerli doğru bilgisine sahip olduğunu düşünmeye başladığımız an, problemli bir zihin ile de karşılaşmaya başlıyoruz. Problemli bir zihin, bütün olguları ve olayları, bu türlü tümel önermeler ışığında ele alır; tümel önermelerin altında açıklanabilme imkânına sahip olmayan durumları da sapıklık, sapkınlık biçiminde nitelendirir. Sorun, bu tavır ve kafadadır. Bu tavır ve kafa önce dogmatik ve bunun sonucu olarak da fanatik olur çıkar.
Oysa manevi dünya, yani tabii olan dünyaya insanın kattıklarıyla oluşan kültür/tarih dünyası açıklanabilir bir dünya değildir. Manevi dünya, anlaşılmayı bekleyen bir dünyadır. Bir insan, biyolojik olarak açıklanabilir ama kişilik, inanç, kültür, düşünce bakımlarından açıklanamaz. Hiçbir insanın ıstırapları, heyecanları, sevgileri, nefretleri açıklanamaz. Onlar, sadece anlaşılabilir. Anlama, bir yorumlamadır. Her yorumlama da öznel ve dolayısıyla eksiktir.
İçinden geldiğimiz geleneğin hem bilim yapma hem de manevi dünyayı yorumlama ve yorumlamaya bağlı olarak anlama bakımlarından metot sorunu vardır. Bugünkü zihin darlığının, kafa karışıklığının ve belki de tefekkür olarak karanlık yolun başlıca sebeplerinden birisi budur.
Öncelikle her yorum eksik olduğunu, mutlak, zaman ve mekân üstü doğrulara sahip olmadığını kabul edebilmelidir. Çünkü yorum tarihi şartlara, kültür durumlarına ve sahip olunan bilgi birikimine göre şekillenir. Tarihi şartlar, kültürel durum ve bilgi birikimi mutlak olmadığı gibi yorumu yapan akıl da eksik olduğundan hiçbir yorum tam, mutlak ve zaman-mekân üstü olamaz, evrensel ve genel-geçer bir muhtevayı taşıyamaz. İşte yorum konusundaki bu eleştirel tutum, önce dogmatik oluştan ve sonra da fanatizmden kurtaracaktır.
Ve elbette her yorum, başka yorumların da doğru olabileceğini kabul edebilecek bir olgunluğa sahip olmalıdır. Bu da, başka yorumlara karşı ilgiyi, merakı, hoşgörüyü besler. Her yorum, yeni yorumlara açık olabilmeli ve insan aklının donmuş, statik bir hale getirilemeyeceğini, onun dinamik ve gelişen bir yapıya sahip ve bu nedenle de aklın yeni yorumlarına ihtiyaç olduğunu kabul edip bu yeni yorumlarla kendisinin de zenginleştiğini düşünebilmelidir.
Bizim geleneğimizde, 15. Asırdan beri aklın ve yorumun önü kapatılmıştır. Bu yol, açılmalıdır. Bu yolu açacak disiplinlerin başında felsefe gelir. İlahiyatçıların derin bir felsefi birikime ve zihniyete ihtiyaçları vardır. Felsefecilerin de ilahiyata. Felsefe ve ilahiyat barışmalıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.