HIRSIZ
"Yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. O da hırsızlıktır. Onun dışındaki bütün günahlar, hırsızlığın bir çeşitlemesidir. Bir insanı öldürdüğün zaman, bir yaşamı çalmış olursun. Karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı almış olursun. Yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun."
Yukarıdaki cümleler ABD’de yaşayan Afganistan doğumlu Halit Hüseyni'nin 2003 yılında yayınlanan ve satış rekorları kıran romanı Uçurtma Avcısı’ndan.
Paralel medyaya ne zaman göz atsam, onların neredeyse tamamının ucu olumsuzluğa, kine, nefrete ve bir şekilde hükümete çıkan o haberlerini ne zaman izlesem aklıma hep Hüseyni’nin bu satırları geliyor.
Yıllarca bu ülkenin kurumlarını her türlü yolla ele geçirip şantaj ve montajla iş tutan, telefon dinleyip yatak odalarında röntgencilik yapan, kendinden olmayana her türlü haksızlığı, hukuksuzluğu reva gören anlayış, lafı her seferinde hırsızlığa –ama sadece hırsızlığa- getiriyor. İşlenmedik suç türü bırakmamış, üstelik tüm bunları da İslami bir kılıfla, arkasından sürüklediği insanların en temiz dini duygularını istismar ederek yapmış bir örgütün, karşısındaki gücü suçlamak için sahip olduğu tek argüman, yolsuzluk. Günahlarını yazmaya sayfaların yetmeyeceği yapı, mal bulmuş mağribi gibi bir yolsuzluktur tutturmuş gidiyor, bozuk plak gibi aynı teraneleri geveleyip milyonlarca insanın gözünün içine baka baka, hiç utanıp sıkılmadan ve yüzleri kızarmadan “yolsuzluk”, “rüşvet”, “hukuksuzluk” diyebiliyor.
Ama haklarını yemeyelim, bu aralar yeni bir şey daha bulmuş gibiler. Bir süredir CHP ve türevleri ile koro halinde tempo tutup usulsüz işe alımlarla, sözüm ona torpille işe yerleştirilen bürokratları dillerine dolamış durumdalar. Oysa aylardır hırsızlık masallarıyla koca bir milleti kandırmaya çalışan bu yapının nasıl usulsüz kadrolaştığını anlamak için çok değil, tek bir kuruma bakmak bile fazlasıyla yeterli. Geçenlerde bir televizyon programına konuk olan TÜBİTAK başkanı, son yıllarda kuruma 2400 kişinin alındığını, bunların birçoğunun hukuksuz bir şekilde, bazılarının da sahte diplomalarla işe başlatıldığını, yaklaşık 400’ünün de Açıköğretim Fakültesi mezunu olduğunu anlattı.
Elbette Açıköğretim Fakültesi de bu memleketin bir eğitim kurumu ancak TÜBİTAK gibi ülkenin en önemli bilgi ve teknoloji üretim üssü olan bir kurumda bu kadar Açıköğretim mezununun olması, hangi akıl, hangi dürüstlük ya da hangi şeffaflıkla izah edilebilir?
Hadi bir anlığına paralel yapıya kulak verip dedikleri gibi hükümetin yalan ve iftiralarla bu güzide(!) yapıyı çökertmeye çalıştığını varsayalım. Peki ya ülke genelinde her gün binlercesi anlatılan ve medyaya yansıma fırsatı bile bulamayan örneklere ne demeli?
Geçen hafta aynı gün içinde bunlardan iki tanesini bizzat birinci elden dinleme fırsatım oldu. Örneklerin ikisi de topluma rehberlik ve önderlik eden başarılı ve gayretli iki imamın başından geçiyor.
Sadece namaz kıldırmakla kalmayıp her konuda toplumun önünde giden ve ilgilendiği birbirinden değişik alanlara ilişkin çeşitli kitaplar yazan, okullarda derslere giren imam, bir gün durup dururken müftüden bir telefon alır. Müftü, hakkında şikayet olduğunu, daha dikkatli davranması gerektiğini söyler. İmam şikayetin konusu ve kimler tarafından yapıldığını öğrenme konusunda ısrar edince müftü, ilin paralel STK’larından birinin adını verir ve şikayet konusunun görev bölgesindeki esnafları tek tek dolaşıp Zaman gazetesini kötülemek olduğunu söyler.
Böyle bir şeyi yapmasına asla müsaade etmeyecek hem İslami birikime, hem de görevinin gerektirdiği sorumluluk bilincine sahip olan imam şaşkın, üzgün ve öfkelidir. İmam böyle bir şeyi asla yapmadığını, yapmayacağını ve şikayetçilerle mutlaka yüzleşmek istediğini söyleyerek telefonu kapatır. Birkaç gün sonra bir yatsı namazı çıkışı bahçede bekleyenler vardır.
İmama suyunun ısındığını ve kendisine dikkat etmesi gerektiği uyarısında bulunurlar. İmam herhangi bir gazeteye ilişkin şikayete konu olan şeyi yapmasının mümkün olmadığını ısrarla ikrar edince ağızlarındaki baklayı çıkarırlar. Meğer imam kısa bir zaman önce İslami konulara ilişkin bir kitap yazmış, kitabın bir yerinde de “Dinlerarası diyalog” meselesini ele almış ve hiç isim ya da cemaat adı zikretmeden böyle bir şeyin safsatadan ibaret bir Vatikan projesi olduğuna değinmişti. İmam, meselenin bu olduğunu anlayınca geri adım atmaz ve “Ben görüşlerimin arkasındayım, elinizden geleni ardınıza koymayın!” diyerek oradan uzaklaşır.
İkinci örnek de bir okulda din derslerine giren saygın ve yaşını başını almış, çoluğu çocuğu olan bir imamın başından geçiyor. Paralel okul müdürü, dünya görüşü nedeniyle okulda ders vermesini istemediği imamı, yüz kızartıcı bir suçla, kız öğrencilere tacizde bulunduğu iddiasıyla itham edip karakola bildirir. Aylarca alnına sürülen bu lekeyle yaşayan ve hapis yatan imam, mahkeme safhasında vicdan azabına dayanamayan velilerin, şikayet tutanaklarının müdür tarafından kendilerine zorla imzalatıldığını itiraf etmeleri sonucu serbest kalır.
Bugüne kadar ağızlarından saat ve Zerrab’dan başka bir şey duymadığımız cemaatin her gün binlercesi anlatılan bu hikayeler için bir açıklamasını duyan var mı?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.