İktisadi rekabette “Çin modeli”ne dikkat!
Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC); 1978 yılında başlatarak önemli mesafeler almış olmasının da katkı ve cesaretiyle, soğuk savaş sonrası dönemde, rejimini değiştirmeden, ‘liberal sosya-lizm’ söylemiyle, piyasa ekonomisine geçiş denemeleri yaptığında kendisine gülüp geçilmişti!... Hele ki, meşhur ‘Tiananmen Meydanı kalkışması’ koşullarında (1989); tıpkı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği/Sovyetler Birliği (SSCB) gibi, Çin’in de dağılabileceği ya da en azından ‘komünizmden liberal demokrasiye’ geçiş yapacağı söylentilerine epeyce inanılıyordu. Çünkü ÇHC’nin, Batılı anlamda serbest piyasa ekonomisi koşullarına ayak uydurabilmesi için, rejimini değiştirmesinin zorunlu olduğu tezleri oldukça revaçtaydı.
Bundan dolayıdır ki ABD, İngiltere ve AB’nin kurucu üyeleri; komünist yönetim altındaki Çin Halk Cumhuriyeti’nde, liberal ekonomi ya da serbest piyasa ekonomisi sisteminin hiçbir şekilde işlemeyeceği ve hatta rejim bunalımına düşülerek iç karışıklıkların yaşanabileceği öngörüsüne dayanarak, Çin Halk Cumhuriyeti üzerinde neo-sömürgecilik ve neo-emperyalizm hesapları yapıyorlardı. Bu amaçla Çin’in para birimi Yuan’ın değer kaybetmesi, bu ve diğer vesilelerle Çin ekonomisinin sosyal ve iktisadi anlamda krize sürüklenerek Batılılar’ın kontrolüne hazır hale gelmesi için yoğun bir çaba içerisine girmişlerdi.
Ancak zaman ilerledikçe, ortaya çıkmaya başlayan sonucun hiç de Batılılar’ın beklediği gibi olmadığı görülünce, özellikle Batılılar ciddi anlamda endişeye kapıldılar!... Zira Çin Halk Cumhuriyeti; binlerce yıllık köklü devlet geleneğinin kazandırmış olduğu tecrübesini ve neredeyse en uzun ömürlü devletlerden biri olmanın vermiş olduğu becerisini burada da çok isabetli bir şekilde kullanmayı başararak sahip olduğu karizmasının hiç de tesadüfî bir şekilde elde edilmiş olmadığını bir kere daha kanıtlamış oluyordu.
Yani Çin Halk Cumhuriyeti, gereğinden fazla şımartılmış olan Batılı ülkeler karşısındaki üstünlüğünü farklı bir şekilde de olsa ortaya koyarak, özellikle Batılılar’ı tam anlamıyla ters köşeye yatırmıştır!... Böylece Çin Halk Cumhuriyeti; rejimini değiştirmeden, liberal sosyalist ekonomi modelini rahatlıkla uygulamaya koyarak, Pax Americana’nın dayattığı/dikte ettiği liberal/serbest piyasa ekonomisine uyumda hiçbir şekilde acemilik çekmeyeceğini ve dolayısıyla yeni dönemde küresel rekabete ortak olacağını çok net bir biçimde göstermiştir.
Hakikaten, Çin Halk Cumhuriyeti’nin karışıklıklara sürüklenmesine yönelik stratejik hamleler hazırlayan Batılılar; Çin’in daha üstün stratejiler geliştirerek dünyayı satın alma yolunda hızlı ve emin adımlarla ilerleyişini sürdürmekte olduğunu görünce, şaşırtıcı bir şekilde daha yoğun ve keskin bir şekilde hesap/menfaat uyuşmazlıkları içerisine sürüklenerek, bu defa kendi aralarındaki mevcut örtülü rekabet, hesaplaşma ve denge arayışlarına daha da hız vermeye başladılar. Şöyle ki; ABD, Avrupalılar’ın yabancı olmadığı ve hatta daha önce sömürgeleştirmiş oldukları Çin’i ‘tehdit unsuru’ olarak göstererek AB üyelerini kontrol etme arayışında belirgin bir biçimde başarısızlığa uğramakla birlikte aynı çabalarını ısrarlı bir biçimde sürdürürken; AB üyesi ülkeler ise, bir tarafta Çin’i göstererek ABD’den çeşitli tavizler kopartmaya çalışırlarken, diğer taraftan da örtülü bir biçimde ABD’ye karşı “Çin dâhil” tüm Avrasya coğrafyasında ekonomik alan oluşturmaya çalışıyorlar.
Hâlbuki aynı Batılı ülkeler, kendi aralarındaki eski birlikteliklerini açık bir ittifak görüntüsü içerisinde sürdürerek Çin Halk Cumhuriyeti’nin dünyayı ele geçirme çabalarını başarısızlığa uğratmaya çalışmaktadırlar. Bu arada Çin Halk Cumhuriyeti’nin; Rusya, İran ve Afrika üzerinden çeşitli hamleler yaparak hem AB’yi, hem de ABD’yi nasıl kendisine mecbur ve hatta mahkûm ettiği konusu ise işin farklı bir boyutu…
Burada dikkat çekici en önemli hususlardan birisi, sömürgecilik ve emperyalizm deneyimi olan Avrupalı-lar’ın “ABD’ye rağmen” gerçekte farklı hesaplar peşinde koştuklarını gizlemeye gerek bile duymamalarıyken; diğeri ise, daha önceleri Çin’in para birimi Yuan’ın değer kaybetmesi üzerinden operasyona girişme hesapları yapan ABD ve AB’nin, şimdilerde tam tersi bir eğilime saparak, Yuan’ın değersizliği nedeniyle Çin’deki üretim maliyetlerinin düşüklüğü ile Çin’in ihracata konu mallarının daha ucuz ve ithalata konu mallarının ise daha pahalılığı karşısında küresel piyasalarda üstünlüğü Çin’e kaptırmama çalışmalarıdır.
Bu nedenle Batılı ülkeler; özellikle son 15 yıldan beri, Yuan’ın revalüe edilerek daha da değerlendirilebilmesi için, Çin Halk Cumhuriyeti üzerindeki yoğun baskılarını çeşitli platformlarda kesintisiz bir biçimde sürdürmektedirler. Fakat Çin Halk Cumhuriyeti; Dünya Ticaret Örgütü’nün 1995 yılında resmen kurulması sonrasındaki gelişmeler bağlamında, dünya ölçeğinde gümrüklerin sıfırlanmaya doğru gitmekte olduğu bir ortamda, düşük Yuan/yüksek kurun ‘gümrük etkisi’ yaparak kendisine çok büyük bir piyasa ve maliyet avantajı/üstünlüğü sağladığını daha net bir şekilde görmesi nedeniyle, tüm baskılara rağmen parasının değerini düşük tutma hususundaki direncini sürdürmektedir.
Elbette ki bu noktada küresel sermaye ve finans ile çokuluslu şirketlerin tavırları çok önemli bir belirleyici etkiye sahip bulunmaktadır. Çünkü küresel ekonomiye yön veren bu güçler, nerede daha çok kazanıyorlarsa orayı vatan olarak kabul ederek tüm desteklerini ya da güçlerini oraya aktarıp koruma altına alıyorlar. Dolayısıyla, Çin Halk Cumhuriyeti’nin para biri Yuan’ın düşük değerde olması başta olmak üzere, nerdeyse diğer tüm rekabete konu hususlarda Batılı ülkelerin karşısında artık Çin ile beraber küresel ekonomiye yön veren Baronlar da hazır kıta direnç gücü halinde bulunmaktadırlar.
Maalesef süreç çok daha karışık bir noktaya doğru sürükleniyor. Bu noktada Türkiye ne yapıyor ya da ne yapmalı?!... Lütfen, “Çin Modeli”ne dikkat!...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.