Ölüm ve Hayat
Bir önceki yazımın sonunda, “ölümün olduğu bir dünyada yalan, ölüme inanmayanların en güçlü silahıdır. Allah, bu silahtan uzak etsin” diye yazmıştım.
Ölüm hakkındaki fikrimizin ve inancımızın, her türlü kötülüğün kaynağı olabilecek durumda olan yalandan bizi uzak tutması açısından önemli olduğunu düşünürüm. Çünkü hayatımıza yön veren pek çok şeyin yanında ölümün de önemli bir etkisi olduğuna inanırım.
İnsan ve hayatının en önemli özelliği kesinsizliği, geçiciliği, belirsizliğidir. Çünkü insan, ölmek zorunda olan ve bu zorunluluğu bilen tek varlıktır. Hüküm kesindir: “Her nefis ölümü tadacaktır.”
İnsan, dünya içinde geçmişten gelip şimdi vasıtasıyla tek kesinlik olan ölüme doğru gider. Bunun için insan, Heidegger’in ifade ettiği gibi, ölüm yönünde olan bir varlıktır. Carraco’nun güzel bir benzetmesiyle, bir okun hiç şaşmadan hedefine fırlatılması nasıl ise biz de hedefi ıskalama şansı olmayan bir ok gibi ölüme doğru fırlatılmış bir varlığız. Ölüme doğru atılmak, bu atılışın bilincinde olmak, ölüme bağlanmayı gerektirir.
Felsefe yapmanın ölmeyi öğrenmek olduğunu söyler Sokrates. Bu, ölmeden önce ölmeyi emreden inancımızın başka bir ifadesi gibidir. Her iki düşünce de, her an ölümle birlikte yaşamayı, ölümü hep hatırda tutmayı, bu dünyadaki hayatımızın ölüm ile bir anlama sahip olması gerektiğini telkin eder bize. Bir bakıma ölmeyi öğrenmek, ölmeden önce ölmek nasıl yaşanması gerektiğini öğrenmekten başka bir şey değildir.
Bir bilge, Jacob Boehme, “bir insan, dünyaya geldiği andan itibaren yeterince yaşlıdır” der. Ölüm, her an başımıza gelebilecek en kesin mukadderattır. Bundan ötürü bizi takip eder, hayatımıza yön verir ve rehberlik yapar. Öyleyse her anın ölçüye gelmez bir değeri vardır. Çünkü her an karar veriyor, tercihlerde bulunuyor ve önümüze çıkan imkânları denemek suretiyle şöyle veya böyle bir varlık oluyoruz. Sahici bir ölüm düşüncesine bağlanarak ve bu
ölüm düşüncesiyle birlikte yaşayarak kararlar vermek, tercihlerde bulunmak ile ölümü unutmuş bir vaziyette hayatı devam ettirmek arasında önemli bir fark vardır. Bunun içindir ki, ölüm, insan var oluşundan ayrılmayacağına göre insan var oluşunu bütünlüğü içerisinde kavramak isteyen insan, ölümü de, kendi ölümünü de bu bütünlük içerisinde ele almak zorundadır. Çünkü hayat ile ölüm arasında diyalektik bir ilişki vardır. Karşılıklı olarak birbirlerinin değerini artırırlar ve hatta karşılıklı olarak birbirlerine temel oluştururlar. Hayata ölüm, ölüme de hayat değer katar.
Böylesine kesin bir son, gün gibi ortada iken, ölümü unutan bir insan, kendi varlığının manasından, gayesinden, sebebinden kolayca uzaklaşır ve sadece günlük olan tecrübelerini zenginleştirmenin yoluna arar, dünya ile olan ilişkisini de hiç sona ermeyecek bir ilişki gibi görüp dünyada ebedi olarak kalışın gerekleri olarak gördüğü dünya nimetlerini her ne pahasına olursa olsun elde etmeye, çoğaltmaya gayret eder. Oysa ölüm, bizim manevi dünya ile ilişkimizi kuran tek haldir. Olüm yoksa, manevi dünyanın da gereği yoktur.
Ölüm, ilk bakışta dehşet vericidir. Ama onun manası kavranır ve hayat ile olan bağı düzgün kurulursa, dehşet verici olan bütün görünümlerini terk eder ve bizi, maddi olanın esaretinden kurtaran manevi bir hale bürünür. Ölümden korkanlar, bu dünyaya o derece bağlanmışlardır ki, ölüm onların bağlandıkları bu dünya ve bu dünyanın zevklerinden mahrum bırakacağı için korkarlar. Oysa dünya denilen ziyafet sofrası, sadece bizim için değildir. Bu sofraya sırası gelen oturur ve karnı doyan bu sofradan kalkar. Epiktetos, “ölürken tıpkı olgun bir meyve gibi ol ve seni yetiştiren ağaca şükret” der. Büyük bir huzur ile ve mutlu bir biçimde ölmek, onu hayatımızın rehberi yapmakla mümkün olur.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.