Sosyal Sistem ve Siyasi Ahlâk Meselesi
Cemiyet halinde yaşayan insanların hukuki, ahlaki ve edebi hükümlere ihtiyacı vardır. Bazı mütefekkirler insan ile hayvan arasındaki farkın ahlaki ve edebi hükümlere riayet ile sınırlı oldugunu ifade etmişlerdir. Mütefekkir Mevlâna Celâleddin-i Rûmi: "İnsanın edebten nasibi yoksa o insan değildir. İnsanla hayvanı birbirinden ayıran en bariz fark edebtir. Kur'an-ı Kerim'i iyi tetkik edersen, bütün ayetlerin manasının edeb olduğunu görürsün" diyerek, bu inceliğe işaret etmiştir. Sosyal sistem anlayışı ile ahlaki ve edebi hükümlere riayet arasında zaruri bir münasebet vardır. Sosyoloji literatüründe, sosyal sistem şöyle tarif edilmiştir: "İki veya daha fazla insanın, birbirleriyle doğrudan veya vasıtalı olarak meydana getirdikleri, zaman içinde devamlılık kazanan, sınırları belirli münasebetler ve tesirler zincirine sosyal sistem denilir." Sosyal sisteminin rükünlerini, şartlarını ve hükümlerini tesbit edemeyen bir cemiyetin, istikrara kavuşması ve devamlılığını sağlaması kolay değildir.
Dünyadaki bütün sosyal sistemlerin temelinde, insanların gönülden benimsedikleri ve tercih ettikleri manevi değerlerin müstesnâ bir yeri vardır. Sosyal sistem; cemiyet halinde yaşayan insanların kanun yoluyla (zoruyla) değil, örfi ve ahlâki olarak benimsedikleri değerlerle inşaâ ettikleri bir sistemdir. Müslümanlara mahsus olan sosyal sistemin temelinde; Allah'ın (cc) haklarına (hukukûllaha) riayet edilmesi, kul hukukunun korunması, güzel ahlâkın ve edebin muhafazası gibi unsurların müstesna bir yeri vardır. Türkiye’de yaygın modern seküler-lâik kültür; İslâm’ın ahlâkını adetâ mahkûm etmiş, bununla yetinmemiş prağmatizmi sosyal sistemin belirleyici bir unsuru haline getirmiştir. Bilindiği gibi pragmatizm, izafi değerleri esas alan, hak ile batılı birbirine karıştıran ve hakikatin keyfiyetini tahrif eden bir ideolojidir. Filozof Giovanni Papini ‘Bütün siyasi ve felsefi doktrinleri bir otele benzetirsek, pragmatizmi bu otelin koridoru olarak vasıflandırmamız gerekir. Her felsefi hareketin mensupları, şu veya bu gerekçe ile pragmatizmin koridorunu kullanmak mecburiyetini hissederler’ demiştir. Pragmatizme göre düşüncenin, duygunun ve her türlü bilginin kaynağı; insanın kendini koruyabilmesi, geliştirebilmesi ve hayattan zevk alabilmesi için yaptığı faaliyetlerle sınırlıdır. Dolayısıyla bilginin değeri mutlak değil, izafidir. Bu felsefi ekolün önde gelen sözcülerine göre; ‘insanoğlu pratik hayatta kendisi için faydalı olan şeyleri hakikat olarak nitelendirmiştir. Halbuki hakikat yoktur, hakikat zannedilen şeyler vardır. İnsanoğlu bugün elde edebildiği menfaatleriyle (pragmalarıyla) yetinmek, bir gün sonra dünün hakikatlerine batıldır demeye hazırlıklı olmak zorundadır.’
Münzel kitaba dayanan dinlerin ahlâki değerlerini hafife alan toplumlarda, insanların ünsiyet kabiliyetleri zaafa uğramış ve anomi hastalığı yayılmıştır. Anomi (hiçbir kural tanımama) felâketi, anarşiden ve terörden daha büyük bir felâkettir. Anomi hastalığına tutulan ve ahlâki değerleri hafife alan siyasi parti liderlerinin, vatandaşları birbirlerinin kurdu haline getirdiklerini söylemek mümkündür. Modernizmin hakim olduğu zaman dilimirde yaygın olan siyasi ahlak anlayışını ifade edebilmek için, şu suale cevap vermemiz gerekir: ‘Siyasi faaliyetlerle meşgul olan kimselerin, bundan maddi bir menfaat beklemeleri doğru mudur?’ Bu suale “doğru değildir” cevabını verdiğimiz zaman, modern kültürün tabii sonuçlarını dikkate almamış oluruz. Bilindiği gibi demokratik rejimlerde politika “Allah’ın rızasını kazanmak için” yapılan bir faaliyet değil, aksine birtakım dünyevi menfaatler için gösterilen bir faaliyettir. Hatta Amerika gibi pragmatizmi sivil din haline getirmiş toplumlarda politik faaliyetler, tamamen “kamu kaynaklarından pay alma” savaşına dönüşmüştür. Kazanç elde etmek insanî bir ihtiyaç olduğuna göre, politika ile meşgul olan kimselerin bu ihtiyaçtan vareste olduklarını düşünemeyiz. Sadece politik faaliyetlerin neticesinde elde edilecek menfaatinn diğer insanlara zarar vermemesini savunabiliriz. Bu arada politika ile meşgul olan kimselerin elde edecekleri menfaatin; dürüstlük, adalet ve hakşinaslık gibi ahlakî değerleri ortadan kaldırmaması gerektiğini ileri sürebiliriz. Siyasi kararların, çoğu zaman birinin kazancına, diğerinin kaybına sebep olduğunu gizlemenin bir anlamı yoktur. O hâlde siyasi kararların, herkesin kazanacağı bir faaliyet hâline getirilmesi gerekir. Başka bir ifadeyle, siyaset mekanizmasını, iş bitirici, üçkâğıtçı ve bunun gibi insanlar için bir fırsat hâline getirmek doğru değildir. Hükümetlerin elinde yoğunlaşan kaynakları lobi, şantaj, protesto, gösteri gibi etkinlikler yoluyla transfer etmek, gayr-i ahlaki bir davranıştır. Hak edilmeyen maaş, yardım, teşvik ve kredi gibi taleplerinin, zaman içerisinde “devletin malı deniz, yemeyen domuz” anlayışını ön plâna çıkarması mümkündür. Yöneticiler üzerinde baskı kurarak çıkar elde etmek doğru olmadığı gibi, onlara karşı dalkavukluk, yağcılık, iki yüzlülük gibi davranışlar sergileyerek menfaat elde etmek de doğru değildir. Bu tür davranışları sergileyenlerin, her şeyden önce, ahlaken korumaları gereken kendi şereflerini ayaklar altına aldıklarını söylemek mümkündür.
Modern dünyada bir yandan iç içe geçmiş, bir yandan da birbirinden köklü şekilde ayrılan değişik siyasi ahlâk anlayışlarının olduğunu söyleyebiliriz: Bunlardan birincisi, zora (kuvvete) dayalı siyaset anlayışıdır. Bu anlayışın mimarı Machiavelli’dir. Machaivelli’ye göre, yöneticinin ahlaki değerleriyle, yönetilenlerin ahlaki değerleri birbirinden farklı olmalıdır. Yöneticinin ahlaki değeri, ülkenin birliğini ve beraberliğini sağlayarak ülkeyi güvenli bir ortam hâline getirmektir. Devlet adamlarının; ahlak, hukuk, din, gelenek, görenek, örf, âdet gibi unsurları bir kenara bırakmaları ve bunlardan bağımsız olarak hareket etmeleri gerekir. Kuvvete (zorbalığa) dayalı siyaset anlayışını bir adım ileri götüren T. Hobbes olmuştur. Modern dünyada yaygın olan diğer siyasi ahlak anlayışını, Locke-Kant gibi filozofların siyaset felsefelerinde bulabiliriz. Bu siyasetin üzerinde odaklandığı şey ‘ilke’dir. Mesela: Locke göre insanların devlet öncesi aşamada sahip oldukları ahlaki değerler, insanların devlet aşamasında geliştirdikleri yasal değerlerden daha aşağı değildir. Bu bakımdan Locke, siyasetin tepe noktasına tabii hukuktan kaynaklanan hakları ve bunları destekleyen ilkeleri yerleştirmiştir. Hem Locke, hem de Kant bu noktadan hareketle, ahlakî kaygıları her tür değerin üzerine yerleştiren bir anlayış geliştirmişlerdir. Kant, yönetilenler için “Vazife Ahlakı” teorisini ön plâna çıkarmıştır. Locke-Kant tarafından geliştirilen siyaset anlayışında, siyaset yaptırımcı değildir. Tarafların karşılıklı rızasına dayanır.
Modern dünyada; vatandaşı, toplumu ve siyasi otoriteyi esas alan farklı siyasi ahlâk anlayışlarının geliştirildiğini söylemek mümkündür. Ancak, farklı siyaset anlayışları ve farklı ahlaki değerleri gündeme getirmelerine rağmen, aslında siyaset pratiğine baktığımızda ana hatlarıyla iki tür siyaset tarzından söz edebiliriz. Birincisi: Ahlâk kavramını insan tabiatına (fıtratına) dayandıran siyaset tarzıdır. Bu tarz, siyaseti ahlâki değerlerden müstağni görmeyen bir tarzdır. İkincisi: Siyasi ahlâkın kaynağının politik toplum olduğunu esas alan siyaset tarzıdır. Bu tarz siyaset; yaptırımcı, kurgulayıcı ve dönüştürücü bir karaktere haizdir. Bu anlayışa göre siyaset, herhangi bir ahlaki değere hizmet etmez, bizatihi kendi ahlaki değerlerini üretir ve bunu politik kurumlar aracılığıyla topluma dayatır. Münzel kitaba dayanan bütün dinlerin iman esaslarını tahrif eden ve devlet adamlarının din anlayışlarını insanlara dayatan yaptırımcı, kurgulayıcı ve dönüştürücü siyaset tarzı, fesadın yayılmasına vesile olmaktadır. (Misak Dergisi-246)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.