Yalnızlık
Hayatımızın bazı dönemlerinde kendimizi yalnız hissettiğimiz zamanlarımız olur. Yalnız hissetmek, insanlar arasında, bir sürü kimse arasında kimsesiz olduğumuzu hissetmek gibi bir şeydir. Yalnız doğar, yalnız ölür ve bu iki yalnızlık arasında başkalarıyla birlikte yaşarız.
Kendimizi yalnız hissettiğimiz dönemlerde, bu dünyadaki varlığımızın başlangıç hali ile yine bu dünyadaki varlığımızın son halinden birisinde gibiyizdir. Bize ne olduğunu bilmez ve bütün dünyadan soyutlanmış bir biçimde bir türün üyesi olduğumuzun bile farkında olmayız.
Varoluşumuzun başkalarıyla birlikte bir anlam kazandığı bu dünyadaki varlığımız, geçmiş ile gelecek arasında “an” dediğimiz şimdide salınır durur. Kâh geçmişe sığınır kâh geleceğe atılırız. Geçmiş, şimdide varlığını sürdürür ve gelecek de şimdiye önceden misafir olur. Tanpınar’ın güzel ifadesiyle, “an, geçmiş ve geleceğin rasathanesidir”. Biz geçmiş ve geleceğe, an denilen rasathaneden bakarız.
Yalnızlık hissinin bizi sarıp sarmaladığı ve şimdi denilen andan soyutladığı, şimdiyi işgal eden her ne varsa onlardan ayırdığı zamanlarda genelde ya münzevi bir biçimde kendimize demir atar, kendimizde ikamet ederiz ya da geçmişte bizim için en mübarek, en mukaddes, en kıymetli an ve kişilerle olan muhabbetlerimizi, hatıralarımızı şimdide olan yalnızlık içindeki varlığımıza taşırız. Böylece de bizi esir alan o anın yalnızlık denilen ve üzerimize abanıp bizi nefessiz bırakan buhran halini yok etmeye çalışırız. Ama en önemli olan da, yalnızlık içerisinde kıvranırken ve bütün şuurumuzla kendi varlığımıza nüfuz etmeye çalışırken, bize “şah damarımızdan daha yakın olan” Allah’ı, deruni bir tecrübe hali olarak keşfeder ve anlarız ki, yalnızlık denilen şey, başkalarıyla olan mesafenin kapanması hali değil, deruni tecrübe haliyle münasebet kurduğumuz Allah’la mesafesizlik halinde ancak ortadan kaldırlabilirmiş. Her türlü mistik tecrübenin kaynağında bulunan yalnızlık halinin bize söylediği bu hakikati keşfetmek, elbette kolay değildir ve keşfedildiği takdirde de, onun öznel karakteri sebebiyle ifadesi mümkün değildir.
Kendisine doğrudan iştirak ettiğimiz varlık, yani en çok sevdiğimiz varlık, bizi yalnızlıktan da kurtaran varlıktır. Böyle bir varlıktan kopmak, devasız bir derde gark olmaktır.
Çocuklukta kendimi yalnız hissettiğimi hiç hatırlamıyorum. Kimsesiz olduğum duygusuna hiç kapılmadım. Yalnızlığı en fazla tecrübe ettiğim zamanlar, artık kendimi çocuk olarak hissetmediğim, bana çocuk muamelesi yapacak kimsenin olmadığı zamanlara denk geldi.
Yaşınız kaç olursa olsun, hangi görev veya mevkide bulunursanız bulunun, size çocuk muamelesi yapan ananız yanınızda olduğu müddetçe çocuk gibi davranıp onun yanında şımarabilirsiniz; çünkü yalnız değilsinizdir. Onun dokunuşu ve gönlünüze hitap eden merhametli sesi ve bakışı, sizi sarıp sarmalar. O ses ve bakıştan, toprak ve un kokan nasırlı ellerinin yüzünüzü okşadığında bıraktığı sıcaklıktan mahrum olmak demek, sizi hayata bağlayan manevi iklim ile içinizdeki buhranlara neden olan kötümserlik rüzgârlarına dur diyecek ses ve bakıştan mahrum olmak demektir.
Çocuk anadan, dünyaya gelirken kopar ve bu kopuş, ana karnından ana kucağına geçiştir. Yerinden-yurdundan edilmiş olmanın çocukta yarattığı tahribat, cennetten yeryüzüne düşmüş insanın yaşadığı varoluşsal kopma gibidir. Onun için ana kucağı sıcaktır, güvenlidir ve huzurludur. Farklı bir boyutta ana ile buluşmadır.
Asıl yalnız kalış, asıl hüzün ve çocukluktan çıkış, onu namütenahi âlemde buluşmak üzere, her an kendisinin merhametine muhatap olduğumuz dünyadan uğurladığımız anda yaşadığımız yalnızlık ve
hüzündür.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.