İnsanın Fıtratı, Misakın Keyfiyeti ve Neticeleri
Yeryüzünün halifesi olan insanoğlu, ortak fıtrata haiz olan mükerrem bir varlıktır. Kur’an-ı Kerim’de, insanın fıtratı ile islâm arasındaki münasebeti beyan eden âyet-i kerime’de fıtratûllah terimi kullanılmıştır. Fıtratûllah’tan maksad, bazı kaabiliyetlerin insanın iç dünyasına potansiyel kuvvet olarak yerleştirilmiş olmasıdır. Yani mükellefiyet açısından bir insana veya bir topluma; hak dini tebliğ eden bir peygamber gönderilmemiş olsa bile, insanoğlunun aklını kullanarak Allah’ın varlığını ve birliğini kavraması mümkündür.(1) Zira insanın fıtratında bu kaabiliyet mevcuttur.
Allahü Teâlâ’nın (cc) bütün insanlardan henüz ruhlar aleminde iken misak aldığı, mütevatir haberlerle sabittir. Bu bir anlamda Allahü Teâlâ (cc) ile insanlar arasında tahakkuk eden manevi bir mukaveledir.(2) İmam Muhammed Pezdevi, misak hadisesinin keyfiyetini izah ederken şu tesbitte bulunmuştur: “Allah’ın iradesine göre misak, bir sulbten sonra diğerini yaratması, yani kıyamete kadar gelip geçecek olan insanları yaratması, onlara akıl ve hayat verdikten sonra hepsine birden “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sualini sorması, kendilerini şahit tutması ve onların “evet şahidiz!..Sen bizim rabbimizsin” demeleridir.(3)
Kur’an-ı Kerim’de sadece insanlardan degil, bütün peygamberlerden de misak alındığı haber verilmiştir:“Allah, peygamberlerinden “Andolsun ki size kitap ve hikmet verdim. Sonra da nezdinizdeki (o kitap ve hikmeti) tasdik eden bir peygamber geldiği zaman ona kat’i olarak iman ve mutlaka yardım edeceksiniz” diye misak aldığı zaman dedi ki: “İkrar ettiniz ve uhdenize bu ağır yükümü (teklifimi) alıp, kabul ettiniz mi?” Onlar (cevaben) “ İkrar (ve kabul) ettik” dediler. (Allahü Teâlâ) dedi ki “Öyle ise (birbirinize) şahid olun. Ben de sizinle beraber şahidlik edenlerdenim” (Al-i İmran Sûresi: 81) Bu ahd-ü misak; hem bütün peygamberleri, hem onların ümmetlerini ilzam eden bir keyfiyete haizdir. Peygamberimiz Efendimiz’in (sav): “Peygamberler, babaları bir kardeşler gibidirler. Dinleri birdir”(4) buyurmasındaki hikmet budur. Hz. Adem’den (as) itibaren bütün Peygamberler insanlara ‘Allah’a iman etmelerini ve tağuta kulluktan kaçınmalarını’ tebliğ etmişlerdir. Bu tarih boyunca hiç değişmeyen bir sünnetûllahtır.
İMANIN KEYFİYETİ VE RÜKÜNLERİ
Ehl-i sünnet ûlemasına göre, bir şeyin iman esası olabilmesi için Kur’an-ı Kerîm’de veya mütevâtir sünnette o şeyin hükmünün bulunması zaruridir. Zira Allah’a (cc) ve O’nun Resûlü’ne (sav) itaat, muhkem nassla farz kılınmıştır: “Allah ve Resûlü bir işe hükmettiği zaman; gerek mü’min olan erkek, gerek mü’min olan kadın için (o hükme aykırı olarak) işlerinde kendilerine muhayyerlik yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyan ederse muhakkak ki o, apaçık bir sapıklıkla yolunu sapıtmıştır..” (El Ahzab Sûresi: 36) Kur’an-ı Kerim’e inandığını ikrar eden bir mükellef, O’nun herhangi bir ayetini reddettiği zaman mü’min olma vasfını muhafaza edemez. Çünkü Kur’an-ı Kerim’den olduğu sabit olan herhangi bir ayeti inkâr etmek, vahyi yalanlamayı beraberinde getiren bir küfürdür. Peygamberimiz Efendimiz’den (sav) mütevâtir olarak nakledilen haberlere iman etmek de farzdır. Zira mütevatir haberler âyân menzilesindedir ve bizzat Resûl-i Ekrem’den (sav) işitilmiş gibi kabul edilir. Feteva-ı Hindiyye’de: “Mütevatir olan hadisleri inkar eden kimse kafir olur. Bazı alimlere göre meşhur olan hadisleri inkar eden kimse de kafir olur. Ebân b. İsa “Meşhur hadisi inkar eden kimse kafir olmaz. Dalâlete düşmesinden korkulur.” demiştir. Sahih olan kavil budur. Haber-i vahidi, mazeretsiz olarak inkar eden kimse günahkar olur.”(5) hükmü kayıtlıdır.
İmam-ı Azam Ebû Hanife’ye (rh.a) göre, imanın asli rüknü kalben tasdiktir. Bilindigi gibi inanılması zaruri hükümleri dilleriyle ikrar ettikleri halde, kalben tasdik etmeyen münafıklar, ahiret ahkamı açısından kafir hükmündedirler. Bu hakikat muhkem nassla sabittir: “İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, kendileri iman etmiş olmadıkları halde “Allah’a ve ahiret gününe inandık” derler. Halbuki onlar inanıcı (insan)lar değildirler.” (El Bakara Sûresi: 8) Yine bir diğer Âyet-i Kerime’de: “ Ey Peygamber!. kalben inanmadıkları halde ağızlarıyla “inandık” diyenler ile Yahudilerden o küfr içinde koşuşanlar seni mahzun etmesin” (El Maide Sûresi: 41) hükmü beyan buyurulmuştur. Yani dilleriyle inandıklarını ikrar eden, fakat kalben tasdik etmeyen kimselerin hali beyan edilmiştir. Kalbi tasdik olmadığı zaman, dille ikrarın herhangi bir önemi yoktur. İkisinin aynı anda ve bir arada bulunması zaruridir.(6)
İMAN İLE AMELİN MÜNASEBETİ
Tarih boyunca iman ile amelin münasebeti konusunda, birbirinden farklı görüşler ortaya atılmıştır. Ehl-i sünnet ûlemasına göre amel, imanın bir cüzü değildir. Dolayısıyle haram işleyen bir mükellef, işledigi fiillin haram olduğunu inkâr etmediği müddetçe dinden çıkmaz. İmam-ı Maturidi (rh.a) “Kitabû’t Tevhid” isimli eserinde “Haram işleyenler; bunu helâl kabul etmedikleri müddetçe, günahları sebebiyle imandan çıkmazlar. Çünkü mütevatir haberle sabit olan husus, büyük günahların tevbe ile bağışlanma ihtimalinin bulunduğudur. Büyüğü bağışlanınca, küçüğünün bağışlanma ihtimali daha evlâdır”(7) diyerek, bir incelige işaret etmiştir. İmam-ı Azam Ebû Hanife (Rh.a): “El Vasiyye” isimli eserinde, iman ile amelin münasebetini izah ederken şöyle demiştir: “Sonra amel imandan, iman da amelden başkadır. Çünkü çoğu zaman mü’minden amel yapma mükellefiyeti kalkabilir. Meselâ: hayız halindeki bir kadından; o hal içerisinde iken, namaz kalkar. Böyle bir kadın için iman da kendisinden kalkar diyemeyiz. Yahut kendisine imanı da terketmesi emredilir denilemez. Yine fakire zekât yoktur denilir, fakat fakire iman gerekli değildir denilemez. Eğer iman amelden bir parça olsaydı, amelin düştüğü hallerde, imanın da düşmesi gerekirdi. Halbuki durum böyle değildir”(8)
Harici fırkası “İman kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve azalarla ameldir” tarifini esas almış ve büyük günah işleyen herkesin kafir olduğunu iddia etmiştir. Onlara göre amel olmadığı müddetçe, imanın hiç faydası yoktur. Herhangi bir farzı terkeden ve büyük günah işleyen kimse kafirdir. Başta “Lâ hükme İllâ Lillah” ayeti olmak üzere; birçok ayeti slogan gibi kullanan hariciler, cennetle müjdelenen bazı sahabeleri tekfir etmişlerdir. Hatta Halife Hz. Ali’yi (ra) tekfir etmekle kalmamış, suikast düzenlemiş ve şehid etmişlerdir. Mürcie fırkası, haricilerin tezlerini tenkit ederken tefrite düşmüş ve şu tezi ortaya atmıştır: “Asıl olan sadece imandır. İman dille ikrar etmekten ibarettir. Amellerin fazla bir değeri yoktur”(9) Mutezile fırkası ise “Büyük günah işleyen kimse imandan çıkar, fakat küfre girmez. Bu kimse, iman ile küfür arasında bulunan bir yerdedir. (El menzile beyne’l menzileteyn) Eğer ölmeden önce şartlarına uygun olarak tevbe ederse mü’min, tevbe etmeden ölürse kafirdir.” iddiasını ön plana çıkarmıştır. Son yıllarda ameli imanın bir cüzü gibi gören ve “İman kalb ile tasdik, dille ikrar ve azalarla ameldir” tarifini benimseyen müslümanlar; bilerek veya bilmeyerek, harici fırkasının itikadi tezlerini savunmaktadırlar. Kalplerinin temiz olduğunu iddia eden bazı müslümanların; tıpkı mürcie fırkası gibi, ibadetlere ve salih amellerin fazla değer vermediklerini söylemek mümkündür.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: İnsanoğlunun fıtratını muhafaza edebilmesi için, Allahü Teâla’nın (cc) her emrine ihlâsla itaat etmesi gerekir. Nefs-i emmaresinin ihtiraslarına uyan ve Allah’ın (cc) haram kıldığı fiillerle meşgul olan mükellefin “Günahkâr” olduğu sabittir. Nazari olarak günahı şöyle tarif etmek mümkündür: “İnsanın şeytana uyarak yaptığı, muradında fani olduğu, dünyada ve ahirette cezasını çekeceği ve bütün faziletleri ifsad eden şeylere günah denilir.”
Hataen işlenen günahların hükmü, kasden işlenen günahlardan farklıdır. Seyyid Şerif Cürcani hatayı “insanın kastı bulunmayan ve ahiret ahkamı açısından günahın düşmesine vesile olan meşrû bir özürdür “ şeklinde tarif etmiştir. Fukaha “hataen işlenen günahın uhrevi mesuliyetinin olmadığı“ konusunda ittifak etmiştir. Peygamberimiz Efendimiz’in (sav): “Hatanın, unutmanın ve zorlandıkları şeyi yapmalarının günahı ümmetimden kaldırılmıştır.”(10) buyurduğu malûmdur. Bir mükellef, işlediği büyük günahın hükmünü (haram olduğunu) kabul ettigi müddetçe, müslüman vasfını kaybetmez. Muteber kaynaklardan “Fıkh-ı Ekber” şerhinde:”Ne kadar büyük olursa olsun, helâl olduğuna inanmadıkça, hiçbir müslümanı işlediği bir günah sebebiyle tekfir etmeyiz” hükmü kayıtlıdır. İmam-ı Tahavi; iman-amel münasebetini izah ederken, kıble ehlinin durumuyla ilgili olarak şu tesbitte bulunmuştur: “Ehl-i Kıble’den hiç birini ne cennete sokar ne de cehenneme atarız. Onlardan şirk, küfür ve nifak gibi herhangi bir şey ortaya çıkmadığı müddetçe kâfir, müşrik veya münafık olduklarına şahitlik etmeyiz. Gizli kalan yönlerini Allah’a havale ederiz”(11) Hesap gününe hazırlanan her mükellefin, İmam-ı Tahavi’nin bu tesbitini iyi kavraması ve mucibince amel etmesinde fayda vardır. (Misak Dergisi-276)
(1) İmam Ebu’l Muin En Nesefi- Tebsıratü’l-Edille- Ankara: 1993 C:1 Sh: 27
(2) Geniş bilgi için/ Abdülaziz El Buhari-Keşfû’l esrar- İst:1308 C:4 Sh:238, Ayrıca Molla Hüsrev- Mir’at el Usûl fi Şerhi’l Mirkat el Vüsûl- İst 1307 C:1 Sh:591
(3) İmam Ebu’l-Yusr Muhammed El Pezdevi- Usulü’d Din- Kahire: 1963, Sh: 211.
(4) Sahih-i Buhari- İst:1401 C: 4 Sh: 142 K. Enbiya:48
(5) Şeyh Nizamüddin ve Heyet- Feteva-ı Hindiyye - Beyrut: 1400 C: 2 Sh: 265.
(6) İmam-ı Azam Ebû Hanife- El Alim ve’l Müteallim- Kahire: 1368 Sh: 57
(7) İmam-ı Maturidi-Kitabû’t Tevhid-Beyrut:1970. Sh: 329
(8) İmam-ı Azam Ebû Hanife - Fıkh-ı Ekber (Aliyyü’l kari şerhi) İs: 1981, Sh: 216
(9) İmam-ı Şehristani- El Milel ve’n Nihal- Beyrut: 1395 C: 1 Sh: 139 vd.
(10) El Aclûni- keşfu’l-Hafa, Beyrut: 1351 C:1 Sh: 433
(11) İmam Ebû Cafer Et Tahavi-El Akidetü’t-Tahaviyye-Beyrut: ty Sh: 11
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.