Din ve Siyaset
Julien Benda’nın “Aydınların İhaneti” adlı kitabının Önsöz’ü şöyle başlıyor: “Tolstoy orduya katıldığında subaylardan birinin, yürüyüşte sırayı bozduğu gerekçesiyle bir askeri dövdüğüne tanık oluşunu anlatır. Tolstoy subaya şöyle der: ‘Kendin gibi bir insana bu şekilde davranmaktan utanmıyor musun? İncil’i hiç okumadın mı?’ Subay şöyle karşılık verir:
‘Peki sen hiç mi Ordu Tüzüğü okumadın?’”
Yazar, bu diyaloğun arkasından hemen şu hükmü veriyor: “İnsanları maddi şeyleri elde etmeye yöneltenlerin adalet ve insafa ihtiyacı yoktur.” Eğer öyleyse, cehennemdeyiz, demektir.
Bu diyalog, maddi iktidar ile ruhani otoritenin (Maddi İktidar Ruhani Otorite, René Guénon’nun bir kitabının adıdır da) birbirinden nasıl koptuğunun bir ifadesidir aynı zamanda. Burada hemen Dostoyevski’nin, “Tanrı olmasaydı her şey mubah olurdu” sözünü hatırlıyorum. Aslında hem yukarıdaki diyalog hem de Dostoyevski’nin sözü, din ile siyaset, maddi dünya ile manevi dünya arasındaki gerilimi ve mücadeleyi de simgeliyor. Bu mücadelenin cereyan ettiği varlık ise insan ve hatta daha da sınırlandırmak gerekirse dünyevi iktidarı elinde bulundurmak isteyen insan ve o insanın maddi olanı ele geçirmek için sahip olduğu ihtirastır.
Tolstoy’a göre İncil’in söyledikleri Allah’ın cenneti için, Ordu Tüzüğü’nün söyledikleri de dünyanın cenneti için insanları eğitir. Dünyanın cenneti, doğrudan doğruya bizi maddi olan değerlere bağlar: Maddi olanı kazanmak ve maddi olan üzerinde hâkimiyet kurmak. Bunun yolu da önemli ölçüde siyasetten geçiyor. Çünkü dünyevi olanda siyasetin geçerli olmadığı, iktidar ilişkilerinin gerçekleşmediği hemen hemen hiçbir alan yok.
Siyaset, kendisine gelip geçici ve gündelik olanları referans olarak alır. Din ise, zaman ve mekân üstü olan ve bütün zamanlar için devamlılık gösteren ilkelerden hareket eder. Siyaset ile din arasındaki ilişkide siyaset dini bir zeminden faydalanmak istediği zaman kendi gelip geçici referans noktalarını dini alana dikte ettirmeye başlar. Bu, dini görünümlü bir dünyevi prensipler manzumesini ortaya çıkarır ki, din ile siyasetin hiçbir biçimde bir arada bulunmaması gerektiğinin bir ifadesidir bu. Mesela dinin adalet anlayışı değişmez ama siyaset adaleti kendi anlayışı çerçevesinde yeniden oluşturabilir.
Din ile siyaseti birlikte götürmek, en çok da dine zarar verir. Çünkü din, hareket noktası itibariyle gelip geçici olanları kalıcı ilkeler nezdinde değerlendirir. Bu, siyasetin doğasına aykırıdır. Oysa siyaset, kendi doğasına uygun tarzda işlemeye devam eder. Bundan dolayı da dini referans noktalarından uzaklaşmaya başladığı an, din ile olan ilişkisini sürdürerek bunu yapamaz. Bunu yapan siyaset sahnesindeki aktörler, dini söylem düzeni ile gerçeklik arasında kendi pratikleri açısından söylemlerine yabancılaşırlar. İşte bu yabancılaşma, manevi otorite ile maddi iktidar arasındaki çelişki ve çatışmanın da başlaması anlamına gelir. Bu çatışma, birkaç türlü sonuçlanabilir. Ama en kötüsü de, maalesef manevi otoritenin maddi iktidarın emrine girmesidir. İslam Tarihi’nde bunun örnekleri çoktur ve bugün hala bu olumsuz örneklerin sıkıntısını çeken bir İslam Dünyası söz konusudur.
Olumsuz örnekler, siyasetin doğasından kaynaklanmakla birlikte genelde siyasi ihtirasların neden olduğu örneklerdir. Bu türlü örneklerde Julien Benda’nın söylediği, “insanları maddi şeyleri elde etmeye yöneltenlerin adalet ve insafa ihtiyaçları yoktur” sözü geçerliliğini ispatlar.
Kısacası, dini ve manevi olanlardan hareket etmesine rağmen bunlara aykırı davranan bir siyaset, dini ve manevi alanı talan eder.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.