Dr. Erbakan Özal

Dr. Erbakan Özal

Terörle Mücadelede Yeni Dönem Üzerine…

Terörle Mücadelede Yeni Dönem Üzerine…

Türkiye, kuruluşundan bugüne, özgün tarihinin en kritik bir aşamasından geçiyor. Maalesef Türkiye, kendisini sınırlamakta olduğu özgün kısa tarihinde ilk defa böylesine ciddi boyutlara varan bir dağılma tehdidiyle karşı karşıya gelmiş bulunuyor. Yine ne yazık ki Türkiye, dağılma sürecine doğru hızla sürüklenirken bile, ‘bağımsız politika geliştirme’ iradesinden yoksun bir bağımlılık ilişkisine mahkûmmuş gibi bir görüntü vermeyi sürdürüyor. Acaba bu algılamalarımda yanılıyor muyum pek değerli okuyucularım? Keşke yanılmış olsam...

Peşinen belirteyim; yanılıyor olabilirim; ama kanaatim o ki, Aralık 2002’de AK Parti hükümeti kurulmamış ve Sayın Recep Tayyip Erdoğan ile Sayın Abdullah Gül yönetimin başına geçmemiş olsalardı, büyük ihtimalle, 11 Eylül 2001 süreciyle birlikte Türkiye birkaç yıl içerisinde parçalara ayrılmış olacaktı. Ancak Allahüteala’ya şükürler olsun ki Sayın Gül’ün içeriden, Sayın Erdoğan’ın da Hükümetin dışından süreci yönlendirmeleri neticesinde, 1 Mart 2003 Tezkeresi TBMM’de reddedilince, Türkiye’nin sorunsuz yaşama ömrü on onbeş yıl daha uzatılmış oldu!..

Aradan geçen süre zarfında sömürgeci ve emperyalist zihniyet sinsi operasyonlarını sürdürmüş ve netice olarak şimdi, yeniden öylesine tehlikeli bir döneme girmiş bulunuyoruz... Süreç öylesine bir noktaya doğru sürükleniyor ki; bir taraftan Avrupa Birliği (AB), Türkiye’nin İç Anadolu bölgesinden itibarenki batı kısımlarını içeren olabildiğince küçük bir Türkiye’yi içine alma planları yaparken; öteki taraftan ise İsrail, bölgedeki Kürt topluluklar üzerinden “Büyük İsrail” devletini oluşturmaya yönelik sürecin kilometre taşlarını hızla Türkiye’nin aleyhine olacak biçimde döşemeyi sürdürüyor. 

Görüldüğü gibi; açık ve örtülü bir şekilde ittifak ilişkisi içerisinde olduğumuz Batılı ülkeler ile Batılı ülkeler sınıfında kabul edilen İsrail, Türkiye’yi doğduğuna pişman etmek üzere, dört bir koldan taarruza geçmiş bulunuyorlar... Çok tuhaf değil mi?! Neyse!.. Diyorum ki, Osmanlı’nın tarih sahnesinde silinmeye çalışıldığı bir ortamında “Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta” diye merhum Mehmet Akif, “korkunç yıkım ve kardeş kavgalarını içinde barındırdığı tahmin edilen bu yeni tabloyu görseydi” acaba nasıl bir haykırışta bulunurdu?.. O derece yani!.. 

NATO’ya Bağımlılıktan Kurtulma Fırsatı!..

Türkiye’nin içten ve dıştan kuşatılmışlığının baş sorumlusunun NATO ve NATO üyeleri olduğunu reddedebilecek bir uzman var mıdır acaba?.. Özellikle 1990’lı yıllardan beri yazılıp çizilenlere ve yenilir yutulur cinsten olmayan iddialara bakılırsa; Türkiye, gizli anlaşmalarla göbekten bağlı hale getirildiği NATO’nun ve dolayısıyla ABD ile AB’nin asker deposu rolünü en sadıkane bir şekilde oynarken, kendisini hedef alan sinsi düşmanlara karşı ise, sürekli olarak farklı kavramlar gerekçe edilerek tamamen savunmasız bir hale getirilmiş ve hatta bizzat bu sözde müttefiklerinin örtülü kuşatmalarına maruz bırakılmıştır. 

Merhum Oral Sander ve Osman Olcay’ın söyledikleri ile öteden beri çeşitli biçimlerde yazılıp çizilen ya da anlatılanlara bakılırsa; önemli ölçüde Türkiye’nin bilgisi dâhilinde ve gerçek anlamda varlık gösterebilecek güçteki, Türkiye’ye yöneltilen yıkıcı oluşumların hepsinin perde gerisinde NATO ve NATO’ya yön veren egemen irade bulunmaktadır. Hatta zaman zaman Türkiye’yi temsil kabiliyeti olan kişilerin doğrudan söz konusu “dostlarımızı” bu konularda açık bir şekilde eleştirmeleri de bu durumu ispatlamaktadır. 

Bu zamana kadar aleyhimize işletilen tüm terör ve anarşi gibi olumsuz gelişmeler konusundaki tepkilerimiz karşısında, farklı stratejileri gerekçe göstererek Türkiye’yi sakinleştirdiği anlaşılan söz konusu güçler, öyle görünüyor ya da anlaşılıyor ki, Türkiye’nin tamamen çaresiz bir hale düşürülmesi anına kadar da aynı yatıştırıcı çıkışlarını sürdüreceklerdir. Fakat bu duruma artık daha fazla aldanmamak gerekir...

Türkiye’yi içten ve dıştan kuşatmış bulunan zararlı ve yıkıcı eylemler ya da saldırılar karşısında hiç vakit kaybetmeden derhal NATO’ya ve dolayısıyla NATO üyelerine ‘birlikte hareket etme çağrısı’ yapılmalı ve mümkünse en kısa sürede önlerine somut bir ‘hareket planı’ koyulmalıdır. Bu arada özellikle söz konusu güçlerin sömürgecilik ve emperyalizm deneyimleri göz önünde bulundurularak, söze dayalı taahhütlerinin sadece bir hile ve aldatmadan ibaret olduğu bilinciyle, hemen her konuyla ilgili olarak sahada aktif bir şekilde destek vermeleri sağlanmalıdır. 

Açıklıkla belirtelim ki; ulvi menfaatlerimizi elde edebilmek için yapmamız gereken her bir meydan okuyuşumuz sürecinde hiçbir şekilde NATO ve diğer Batılı örgütlere üyeliğimizin neticesinde yapmış olduğumuz ciddi fedakârlıklar hiçe sayılmamalı; bu örgütler ile Türkiye’nin ne derece büyük menfaat birliktelikleri içerisinde olduğu ve hiçbir koşul altında bu örgütlerden kopulmaması gerektiği gerçeği bir an bile olsun unutulmamalıdır. Aynı durum Türkiye ile tüm ittifak ilişkisi içerisinde bulunduğumuz Batılı ülkelerle olan ilişkilerimin noktasında da mutlaka dikkate alınmalıdır.

Ancak Türkiye’nin vazgeçilemez derecede önemdeki menfaatleri söz konusu olduğunda da hiç çekingenlik göstermeden söz konusu örgütler ile devletlerle çata çat pazarlıklara girmekten ve hatta yerine göre çeşitli müeyyidelerle zora koşmaktan da çekinilmemelidir. Zaten bu ülkelerin kendi aralarındaki ilişkileri de bahsetmiş olduğum çerçeveye tam olarak uymaktadır. O nedenle, hak arayışına girmeyi tamamen Batı ittifakından kopma olarak değerlendirmemeliyiz.

İşte tam da bu ‘duygusal denge’ durumunu muhafaza ederek ivedi bir şekilde Türkiye’nin mevcut zor durumu söz konusu “müttefiklerimiz” ile masaya yatırılmalı ve tüm taleplerimizin derhal karşılanması istenmelidir. Açıkçası, eğer 24 saat içerisinde kesin neticeler elde edilmediği takdirde, açık ve gizli anlaşmalardan doğan haklarımızın ihlal edildiği net bir biçimde dünya kamuoyuna ilan edilerek, NATO ve NATO üyelerinden bağımsız bir biçimde terörün her türlüsüne karşı gerekli tedbirler alınmalıdır. Böylece, belki de bu ‘haklı çıkışımız’ vesilesiyle Batı ittifakının bağımsız bir üyesi statüsüne yükselme fırsatını da yakalamış olacağız. Bu arada diğer uluslararası örgütler ile hatırı sayılır devletler ve bölge ülkelerine yönelik yakın diplomatik ataklarımızı da ihmal etmemeliyiz.

Bu arada, yeri gelmişken belirtelim ki; elbette NATO, NATO üyeleri ve İsrail’in ülkemize yönelik içeride ve dışarıda ne gibi gizli operasyonlara yön verdiklerini Türkiye çok iyi bilir ya da bilmelidir. Çünkü hâlihazırda Türkiye’nin muhatap olduğu bu tarz operasyonlar devletlerarası ilişkilerin hemen her aşamasında yaşanabilir ve normal kabul edilir. Fakat burada normal olmayan ve kabul edilemeyecek olan husus, söz konusu gizli savaşların doğrudan ülkemiz ve milletimizin varlığını tehdit eder bir aşamaya getirilmiş olmasıdır. 

Demek ki devletlerin temel varlıklarını tehdit etmeyen ‘menfaat edinme ve üstünlük sağlama’ amaçlı gizli/örtülü savaşlar her daim yapılır; ama sadece diplomatik nezaket ölçüleri çerçevesinde dillendirildiği ölçüde sıradan/sade vatandaşlar ile ilgisiz kuruluşlar gelişmelerden haberdar olabilirler; bundan dolayı da perde gerisindeki söz konusu hesaplaşmalar kamuoyunun bilgisine aktarılmadığı sürece de devletlerarasındaki ilişkilere tamir edilemez derecede zarar vermez. Zaten söz konusu örtülü ya da gizli mücadeleler kamuoyunun dikkatine sunulmaya değer ölçüde can alıcı boyutlara ulaşınca açık diplomatik ve hatta askeri hesaplaşmalara dönüşebilir. Şu anda Türkiye’nin içerisine sürüklenmekte olduğu durum tam da böylesi bir gelişmeye işaret etmektedir. O nedenle, ona göre bir keskin tavır belirlenmek zorundadır.

Bürokrasi ve Devlet İnisiyatif Almalı!..

Açıkçası NATO, ABD, ABD ve İsrail’i en iyi tanıyan ve bu ülkelerle yapılmış bulunan tüm anlaşma metinlerinin ekleriyle birlikte “uygulamaya dönük” ayrıntılarını en iyi bir şekilde bilen, anlayan ve kavrayan kurumumuz Türk Silahlı Kuvvetleri’dir. Ayrıca Milli İstihbarat Teşkilatımızı da bu anlamda hiç yabana atmamak lazım. Aynı şekilde, sırf bu konulardaki mevzuatın neleri kapsayıp neleri kapsamadığını, tarafları hangi yükümlülükler altına girdirdiğini ve uluslararası hukuk bağlamında Türkiye’ye hangi kapıları açtığını Dışişleri Bakanlığımızın uzman yetkilileri de çok iyi bilmektedirler. Üstelik söz konusu kurumlarımız, mevzuat çerçevesindeki inisiyatif alabilme çerçevelerini de çok iyi bilmektedirler.

Öyle ise, söz konusu kurumların mevzuatından kaynaklanan yetkilerinin üst sınırı ve boşlukları da göz önünde bulundurularak, Türkiye’yi parçalanma noktasına sürükleme potansiyeli taşıyan önümüzdeki sorunların ortadan kaldırılarak bir daha ortaya çıkartılmayacak bir biçimde imha edilebilmeleri için derhal kapsamlı bir çalışma yapılarak ilgili siyasi makamlara arz edilmelidir. Açıklıkla belirteyim ki; söz konusu kurum yetkilileri ile uzmanlarının “alanlarıyla ilgili” sahip oldukları bilgi, birikim, donanım, deneyim, tecrübe, öngörü, önsezi ve yeteneğin siyasi kadrolarda bulunması mümkün olmadığından dolayıdır ki, siyasi kesimden gelebilecek talimatlara dayalı bir şekilde bu kurumların çalıştırılması halinde etrafımızı ve içimizi sarmış bulunan yıkıcı hareketleri kesin bir şekilde ortadan kaldırmamıza imkân ve ihtimal yoktur. O nedenle, üstten talimat bekleme yerine, üstü eksiksiz bir biçimde besleyebilecek şekilde bir bürokratik işleyiş sağlanmalıdır.

Kaldı ki, söz konusu kurumların, mevzuattan almış oldukları yetkiye dayanarak özgün bir şekilde gerekli çalışmaları ve hatta harekât planlarını yapmamaları halinde, derhal, bağlı bulundukları üst siyasi irade tarafından hesaba çekilmelidirler. Bu ne demek yani?! Demem şu ki; ülkemizin içine sürüklenmiş olduğu bu olumsuz durumun tek sorumlusu siyasi iradedir dersek hata etmiş oluruz. Dolayısıyla, siyasetin temsilcisi konumundaki sivil idareyi her konuyla ilgili olarak en ayrıntılı bir şekilde bilgilendirecek, muhtemel riskleri önüne serecek ve yapılabilecek hamleleri paket programlar halinde beynine şırınga ederek muhtemel tehditlere karşı hazırlıklı hale getirecek olan sivil ve askeri bürokrasidir. 

Unutulmasın ki; devletin temel erklerinin başları protokol, temsil, yetki kullanma, sorumluluk alma ve irade beyan etme gibi temel rollere sahip çok kıymetli yapılardır. Bu kıymetli yapıları muhteşem başarılarla yaldızlaştırma görevi bürokrasinindir. Hiç boşu boşuna kendimizi kandırmayalım; başında bulundukları bürokratik kurumları gereksiz tartışmalardan uzak tutmayı ve büyük devletlere yakışır bir şekilde köklü devlet geleneğine göre şekillendirerek hareket ettirmeyi başaramamış bürokratlardan hiçbir şey beklenemez. Zira devlet bürokrasisi her bakımdan hazırlıklı halde bulunmalı, devletin temel erklerini her konuda eksiksiz bir şekilde bilgilendirmeli ve binlerce yıllık geçmişle bağlantı kurarak, devlet politikalarını yüzlerce yıl sonrasını öngörebilecek bir biçimde şekillendirme becerisini göstermelidir. Böylesi bir bürokratik yapılanma içerisinde olan devletin, mevcut küçük sorunlar karşısında çaresizliğe düşürülmesi kesinlikle mümkün olamaz.

Cumhurbaşkanı ve Siyasiler Uzlaşmalı!..

Bu bağlamda yürütme erki ile siyasilerden beklentilerimizi şu şekilde sıralayabiliriz:

1) Sayın Cumhurbaşkanımız, öncelikli olarak hiç vakit kaybetmeden derhal inisiyatifi el almalı ve yersiz ya da gereksiz korkular yayarak ülkeyi krize sürüklemek isteyen odaklara bir dur demelidir. 

2) Ardından derhal TBMM’de grubu bulunan parti liderleri Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde ya da TBMM’de toplantıya çağrılarak özellikle Türkiye’nin mevcut sorunlarının nasıl ortadan kaldırılması gerektiği üzerinde kapsamlı bir durum değerlendirmesi yapılmalıdır.

3) İlgili Devlet bürokrasisi, akademik çevreler ve düşünce kuruluşlarından kapsamlı çalışma raporları istenmeli ve paralelinde de sonuçlar çıkartıcı toplantılar yapılmalıdır.

4) Bu arda erken genel seçimlerin en az Ekim 2016’ya kadar ertelenmesi ve Sayın Cumhurbaşkanımızın başkanlığında bir ‘çözüm kabinesi’ oluşturulması sağlanmalıdır. 

5) Toplumsal kucaklaşmanın yeniden sağlanması için, Sayın Cumhurbaşkanımızın inisiyatifi çerçevesinde ‘toplumsal bütünleşme’ toplantı ve buluşmaları gerçekleştirilmelidir.

6) Devlet sürece el koyarak yerli ve yabancı terör gruplarını içten parçalama, direnç gösteren elebaşlarını ortadan kaldırma ve iç hesaplaşmalar içerisine girdirerek imha etme çalışmalarına hız vermelidir.

7) NATO ve ABD önderliğindeki tüm uluslararası koalisyon ülkelerini bu ‘toptan mücadele’ sürecinde yanımıza çekebilmeye uygun bir diplomasi atağı süreci başlatılmalıdır.

8) Tüm Türkiye genelinde ‘halkla birlikte çözüme odaklanma’ çalışmalarına gidilmeli ve bu çalışmalar bağlamında gerçekleştirilecek olan ‘iç istihbarat’ yapılanma sürecinde ‘ABD Modeli’ işler hale getirilmeli ve de tüm teröre destek kazanma çalışmaları bizzat kaynağında kurutulmalıdır.

9) Bu zamana kadar kullanılmış olan ‘korucu sistemi’ kökten değiştirilmeli ve ‘gönüllü halk istihbarat sistemi’ işler hale getirilmeli ve de bu amaçla gerçekçi bir bütçe oluşturulmalıdır.

10) Ulusal medya ile görüşmeler yapılarak gereken hassasiyeti göstermeleri sağlanmalıdır. Ayrıca önce ulusal medya, ardından da bölgesel ve küresel medya organları doğru bir biçimde bilgilendirilerek aleyhte kampanyaların önüne geçilmelidir. Bu arada kapsamlı ve gerçekçi bir şekilde genel bir propaganda çalışmasına girişilmelidir.

11) Türk-Kürt kardeşliğinin tarihi derinlikleri hakkında kapsamlı çalışmalar yapılmalı ve gelinen son noktada Türk ile Kürt ırkının bu ülkede tamamen birbiri içerisinde eridiği gerçeği çok iyi bir şekilde işlenmeli ve de bölgemizdeki diğer Kürt unsurlar ile Türk Dünyası arasındaki bağlantılara uygun kültürel çalışmalara hızla işlerlik kazandırılmalıdır. vs vs vs.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
4 Yorum
Dr. Erbakan Özal Arşivi