Acilen “Devlet Sistemi” Yeniden Yapılandırılmalıdır!..
Abartısız söylüyorum: Türkiye, kısacık tarihinin hiçbir döneminde böylesine ‘kuşatıcı’ tehditlerle yüzleşmemişti. İşin en kritik yönü ise, Türkiye’nin paylaşım sürecine dâhil edilmesinden habersiz olmamız bir yana, hâlihazırdaki karışıklıklarla birlikte dağılma sürecinin başlatılmış olduğundan habersiz ya da bu yöndeki gelişmelerden yeterince endişeye kapılmayan bir toplumsal duyarsızlığa sahip olmamızdır. Aslında hiç kimseyi kınamamak lazım!.. Çünkü küresel sisteme yön vermekte olan büyük güçler, öylesine hünerliler ki, karda yürüseler de izlerini fark edebilmek pek kolay olamamaktadır.
Mesela; ‘Arap Baharı’ saçmalığını herkes çok iyi biliyor!.. Ooooo, öve öve bitirilemiyordu!.. Ne olmuştu? Batılıların da desteğiyle ‘Arap Diktatörlükleri’ devriliyor; Araplar, demokratik modernliği özümsüyor; Ortadoğu’daki varlığından rahatsızlık duyulan “gericilik” bir daha geri dönülmeyecek şekilde tarihin tozlu raflarına kaldırılıyordu. Elbette Batılıları tanıyan profesyoneller, herkesin methiyeler dizdiği o ortamda, Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde korkunç bir paylaşım sürecine doğru gidilmekte olduğunu daha o sıralarda net bir biçimde ifade ediyorlardı. Hatta bu sürecin kökeninin, “Kuzey Afrika ve Ortadoğu Ekonomik Forumu” anlamına gelen o meşhur örgütlenmeyle bağlantılı olduğunu ve bu gelişmelerle ilgili olarak düğmeye daha 1990’lı yıllarda basıldığını belirterek ‘Ortadoğu Kent Devletleri’ dönemine girildiğine işaret ediyorlardı.
Maalesef Türkiye, bugün olduğu gibi, o dönemde de Osmanlı’nın varisliğine yakışır bir biçimde ‘uyarıcı ve bilinçlendirici’ rolünü oynamayı şaşırtıcı bir biçimde becerememişti. Bunun nedenlerini burada yazmak ya da tartışmak hiç yerinde olmaz. Ancak, ‘Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan bellidir’ özdeyişi aslında her şeyi açık etmektedir. Hakikaten Türkiye’nin, bugün içerisine çekilmiş olduğu kuşatılmışlık ortamına nasıl gelindiği bağlamında Arap Baharı yaygaralarının yapıldığı dönemdeki Türkiye’ye bakılacak olunursa, o dönemde niçin Osmanlı coğrafyası üzerinde sürdürülmekte olan oyunun yeni evresine müdahalede bulunulamadığı hususu net bir biçimde anlaşılır. Bu noktada hemen sorumluların kim olduğu sorusunun sorulması gerektiğini biliyorum. Konu çok derin, karmaşık ve kafa karıştırıcıdır. Çünkü sorumluları aramak için, bugüne değil, Nisan 1946’da Missouri Zırhlısı’nı boğazlarda ağırlayıp Türkiye’yi üçüncü sınıf ülkeler sınıfında değerlendirmek isteyen ABD ve müttefiklerine boyun sunanlar içerisinde aramak gerekir.
Kafanızın epeyce karıştığının farkındayım. Evet; ‘gizli anlaşmalar’ mevzusu, soğuk savaş dönemi, derin ilişkiler sarmalının üst üste biriktirdiği ağır yükler, bağımlılık derecesine düşürülmüş iktisadi ve askeri ilişkiler vs çok iyi bilinmedikçe günümüzden yaşanan yıkıcı gelişmelerin aslında bugünle pek de alakalı olmadığını kestirebilmek elbette kolay değildir. Aslında, beğenseniz de beğenmeseniz de, Sayın Cumhurbaşkanımızın öteden beri dilinden düşürmemeye çalıştığı ‘kazan kazan politikası’ bu anlamda önemli bir dönüm noktasıdır. Ne anlama geliyor bu yeni politika?! Bu politikayla birlikte Türkiye, 1946’dan beri ilk defa diyor ki; ‘marabacılık’ istemiyorum; ‘ortak’ olmak istiyorum.
Sayın Erdoğan’ın bu çıkışıyla birlikte, aslında Türkiye, Mart 1945’ten bu yana Batılılarla aramızda kurulmuş bulunan ‘asimetrik denge’ ilişkilerini değiştirerek ‘simetrik denge’ ilişkileri inşa etmek anlamında önemli bir başlangıç yapmak istemektedir. Ancak, ülkemizin gelmiş olduğu son aşama çerçevesinde bakıldığında, ne yazık ki uygulamada yeterince başarılı olunamadığı kanaati oluşmaya başlamaktadır. Bu başarısızlığın perde gerisindeki asıl nedenlerin başında statik yapılı ‘bürokratik statüko’ ve ‘bürokratik inisiyatifsizlik/kısırlık’ olduğu anlaşılmaktadır. Görülen o ki; Sayın Erdoğan gibi birinci sınıf liderliğe uygun ya da ona ayak uydurabilecek evsafta birinci sınıf bürokratlar iş başına getirilemedikleri sürece, Türkiye’nin bu açmazlardan çıkması mümkün değildir. Manevra kabiliyeti, bilgi birikimi ve deneyimi olan bürokratların yetersizliğinden bahsetmiyorum; mevzuat sınırlarını zorlayan, sürekli dinamik yapılı olan, siyasetçilerin ağzından çıkana göre hareket etme yerine siyasetçileri stratejik hedeflere kilitleyen, öngörülü bir şekilde devlet yönetme sanatına siyasileri mecbur eden, risk alabilen, proaktif yönetim sanatını uygulamaktan çekinmeyen, uygulamadaki başarısızlıkları avantaja çevirebilen, donanımlarını siyasetçileri besleyecek şekilde kullanabilen ve inisiyatif almaktan endişe etmeyebilecek evsafta liderlik özelliği sergileyebilecek bürokratların kendilerini gizlemelerine ya da azlığına dikkat çekmek istiyorum.
Hâlbuki örneğin bürokrasi; Batı ile ilişkilerde, yakın çevremizle ilgili politikalarda vs siyasetçilerin sürece yön vermelerini beklemek yerine, siyasetçilerin güven ve desteklerini de alarak süreci, siyasetçilerin başarı hanelerine damga vurabilecek şekilde yönetebilme cesareti gösterebilmelidir. Benzer bir biçimde, bürokrasi; Batılıların, farklı biçimlerde gelirlerken, her şeyi allaya pullaya ve dezenforme ederek gelmekte oldukları gerçeğini, kitaplarda yazıldığından daha öte bir biçimde ya da ayakları yere basacak bir biçimde yürütme erkinin önüne koymalı ve elde edeceği kapsamlı siyasi destekle birlikte proaktif uygulamaları devreye girdirmelidir. Bu noktadaki espri ya da mantığın özü şudur: Devlet çarkını işleten bürokrasi, çalışmaların kamu yararı ve kamu düzenine uygun bir şekilde yürütülmekte olduğu gerçeğini ‘milyonlarca yurttaşın temsilcilerinin özetinin özetine’ anlatarak onların onayını ve desteğini alıp meşruiyet elde ederek sorunsuz bir biçimde hizmet seferine devam eder. İşte, böylesine her bakımdan bilgilendirilmiş, beslenmiş, bilinçlendirilmiş, yapılması planlanan hamlelere hazır hale getirilmiş ve sürecin kumanda masasına yerleştirilmiş olan yürütme erkinin günü kurtarmaya yönelik politikaların peşine takılması mümkün müdür? Elbette hayır…
Öyle ise, Türkiye’nin bugün içerisine sürüklenmiş olduğu zor koşulların bir nedeni de birinci sınıf bürokratik yapılanmanın oluşturulamamış olmasıdır. Kurulmuş kurulalı Türkiye’de hatır gönül ilişkisine, ahbap çavuş ilişkisine vs vs ilişkilerine dayalı bir şekilde ekipler oluşturmaya müsait bir sistemin yürütülmeye çalışıldığı kanaati toplumda yaygın durumdadır. Böylesine ehliyet ve liyakatten uzak, adamı olanın köşe başını tutabileceği bir bürokratik yapılanma sitemi var olduğu sürece, içerisine sürüklenmiş olunan fasit daireden çıkılması mümkün değildir. Öyle ise, bir an önce, Türkiye’yi teslim almış bulunan bu yanlış sistemin değiştirilerek en azından Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki terfi sistemi benzeri bir modele geçilebilmesi için, ilk adımın yine bürokrasiden gelmesi gerekmektedir. Çünkü bürokratik sistemin eksikliklerini, yanlışlıklarını, zaaflarını, zayıflıklarını ve tıkanıklıklarını her bakımdan bilen yine bürokratların kendileridir. Diyelim ki siyasiler, mensubu bulundukları kitlenin talepleri altında ezilmeleri nedeniyle bu yeniden yapılanmaya cesaret edemiyorlar. Peki, bürokratlar neden çekiniyorlar? Çok yazık!...
Şunu da hatırlamakta yarar var: Unutulmamalıdır ki; bir ülkenin iddialı bir şekilde istikbale yürüyebilmesi için karizmatik liderler ne kadar gerekli ise, en az onlar kadar da karizmatik özelliklere sahip bürokratlar gereklidir. Fakat burada üzerinde durulması gereken önemli bir husus, bürokratların çok iyi eğitim almış olmaları iken; ikinci husus ise, olabildiğince birinci sınıf liderlik özelliğine sahip kişilerden oluşturulmalarıdır. İşte bu ikinci özelliğin oluşturulmasında belirleyici olan faktör, tepede gücü elinde bulunduran kişi ya da kişilerin hangi sınıf liderliğe sahip olduğu meselesidir. Zira ancak birinci sınıf liderler genellikle birinci sınıf ekiplerle çalışırlarken; ikinci sınıf liderler ise genellikle ikinci sınıf ve üçüncü sınıf ekiplerle çalışırlar. Liderin sınıfı daha aşağılara düştükçe, bulundukları konumları muhafaza edebilmek için, sürekli olarak kendilerinden daha düşük özelliklere sahip ekiplerle çalışmayı tercih ederler. Bu da göstermektedir ki, aslında yönettikleri ülkelerin sınıf atlamasının önündeki en temel engellerin başında siyasi liderler, siyasete yön veren güçler ve güç odaklarına hizmet edecek şekilde yapılandırılmış çarpık sistemlerdir; statik yapılı, korkak, inisiyatif alamayan, kabuğunu kıramayan ve proaktif yönetim modeli ortaya koyamayan bürokratik yapılar ise söz konusu üst güç yapısının eseridirler. Yani çekidüzen verilmesi zor bir sarmal…
Aslında gelişmesini tamamlayamamış ülke, devlet ve halkların kaderi ‘egemen azınlığın hizmetkârı’ olmaktan öteye gidemez. Egemen azınlık derken de, keşke küresel ölçekte egemenlik iddiasında bulunan üst ya da derin egemenlerin taşeronu olmayan, yerli bir egemen azınlık olsa!.. Hiç olmazsa ‘bal tutan parmağını yalar’ özdeyişi anlamında, “milli olan egemen azınlık” için yapılan hizmetin yansıması yine ülke sınırları içerisinde kalacağından, etkisi ya da yansıması bir şekilde ülke geneline yansımış olacaktır. Fakat dünya genelindeki hakikat hiç de öyle değildir. Buna rağmen; sürecin ya da stratejinin derinliğinden haberdar olmayan ‘gariban kitleler’ de, ne yazık ki, “Mal Bulmuş Mağribi” edasıyla balıklama ‘piyon’ rolünü oynarlar. Anlayabilmek kolay değil! Zira yüzlerce yıllık emperyalizm ve sömürgecilik deneyimi olan Batılılar, bu anlayış çerçevesinde öylesine bir sistem kurmuşlar ki “yıkmaya çalıştıklarını bile, yapmaya çalışıyorlarmış gibi gösterebilme yeteneğine sahip” hale gelmişlerdir.
O nedenle, Arap Baharı projesi üzerinden Arap ülkelerini kent devletlerine ayrıştırmaya çalışan Batı liderliğindeki “uluslararası koalisyon güçleri” karşısında bir türlü uyanıp birlik olmayı beceremeyen Arap toplumunu/milletini hiçbir şekilde ayıplamamamız gerektiği gibi; “çözüm süreci projesi” üzerinden bugün Türkiye’yi parçalara ayırarak batı kısımları içerisine alan Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne üye yaparak eritme hamleleri karşısında hâlâ uyanamayıp iç hesaplaşmalar içerisine sürüklenmekte olan Türkiye toplumunu da kınamamak gerekir. Pax Americana ve uzantıları… Ahtapotun kollarının uzanmadığı, hükmü altına alamadığı, istediği gibi perde gerisinde yön veremediği herhangi bir ülke, devlet ve toplum kalmış mıdır acaba?
Batılıların bu konudaki ‘hünerleri’ ile hedef ülke ve toplulukların ‘yanılgıları’ konularıyla ilgili olarak Hocalarımdan merhum Osman Olcay ve Oral Sander ile halen yaşamakta olanlarının yüksek lisans ve doktora aşamalarında anlatmış oldukları, öyle kitaplardan okunarak öğrenilecek cinsten şeyler değildi. Bu arada merhum Necmettin Erbakan hocamızın bu anlamda açmış olduğu çığırı hele hiçbir şekilde unutamayız. Pek tabii olarak merhum Aytunç Altındal’ın değerli analizlerini de yeri gelmişken anmaya değer… Bu bağlamda cesaretli bir şekilde toplumun bilinçlenmesi sürecine katkı sunmaları yönü itibariyle merhum Erbakan ve Altındal’ın yerleri farklıdır. Kendilerine Allah (cc)’tan rahmet diliyorum. Amin.
Hülâsa, hiç şaşırmayınız! Batılıların, değişik ülkelerle yapmış oldukları gizli anlaşmaları inceleyen tarafsız profesyonellerin daha ilk bakışta hayrete düşmekte oldukları şey, anlaşmaların içerisine serpiştirilmiş bulunan tuzak kavram ve cümleciklerle taraflardan diğerinin tamamen kontrol altına alınmış olmaları durumudur. Bu arda Batılıların böylesine ‘yağdan kıl çeker gibi’ çaktırmadan ülkelerin iç kılcallarına nüfuz etmelerinde kullanmakta oldukları en önemli araçlardan birisi, ‘yarım elma, gönül alma’ metodudur. Bu ‘ince ayar’ politikalar karşısında siyasetin hangi profesyonel birikim, emek ve gayretiyle baş edilebileceği düşünülüyor. Öyle ise, yükün tamamı omuzlamak zorunda olan bürokratik sistemi çağın koşullarına uygun bir biçimde yeniden yapılandırmadan Batılı operasyonlar karşısında ayakta durabilmemiz mümkün değildir.
Haaa unutmadan!.. Devletlerarası ilişkilerde, ‘havuç-sopa’ metotsal aracının ne derece başarılı bir şekilde kullanılmakta olduğunu, zaten sıradan uluslar arası ilişkiler öğrencileri bile ‘analiz yapma’ çalışmalarında kolaylıkla göz önünde bulundurabilmektedirler. Aslında bu havuç-sopa aracı, günlük haber takiplerinde, sıradan/sade vatandaşlar tarafından da göz önünde bulundurulabilecek derecede kitlelere benimsetilebilmiş olsa, devlet sistemi rayına oturtulmadığı sürece, büyük devletlerle iş tutan siyasilerin uzun soluklu bir şekilde iktidarda kalmaları mümkün olamayabilir. Sistem kurulacak olursa; kazandıran kazanacaktır, büyük güçlerle iş tutanlar değil…
Sonuç olarak; gelinen son aşamada ortaya çıkan tablo; Türkiye’nin politikalarının belirlenmesinde stratejik ortak aklın yeterince kullanılamaması nedeniyle, Batı ittifakı karşısında hiçbir varlık gösteremediği yönündedir. Hakikaten soruyorum: Örneğin Türkiye’nin Suriye politikası ya da bunun gibi buraya yazıp sıralayabileceğimiz yüzlerce temel ilişki biçimiyle ilgili olarak politika belirlenirken, ABD’deki gibi düşünce kuruluşlarından, üniversitelerden, meslek kuruluşlarından, tarihi vesikalardan, kontr-istihbarat sızıntılarından, istihbarat raporlarından ve uzman ekiplerce süzgeçten geçirilen yüz binlerce sahifelilik çalışmaların özünden faydalanılıyor mu? Peki, saha çalışmaları ile senaryoların önceden oynanması ve iç içe geçmiş karmaşık sarmallar ağından da yeterince faydalanılıyor mu? Eğer ABD’nin bu çalışma biçimine benzer bir çalışma düzenimiz varsa, bu çalışma düzenimizi, ulusaldan yerele tüm sektör ya da alanlara yayma noktasında kapsamlı dönüşüm çalışmalarına başlanılmış mıdır?!... Hayır, hayır, hayır…
Peki, böylesine demode bir sistemle çalışmayı yürütüyor olmanın sorumlusu kimdir? Elbette Türkiye’yi Batı ittifakının yedeğine mahkûm eden, 1946-2002 arası döneme damgasını vuran aktörlerdir. Aralık 2002’den sonraki çalışmalar yeterli midir? Tabii ki hayır; ama 30 Ağustos 2015 Zafer Bayramı kutlamalarındaki Milli Tank, Uçak ve Helikopterler ile bunlarda kullanılmakta olan yüzde yüze varan düzeydeki milli yazılım projeleri, AK Parti Hükümetleri döneminde çaktırmadan epeyce mesafe alındığını ispatlamaktadır. Ancak yukarıda üzerinde yoğunlaşmış olduğum sistem sorununun ortadan kaldırılması konusunda AK parti’nin yeterince hızlı hareket edemediğini de burada belirtmekte yarar var. O nedenle, Sayın Cumhurbaşkanımızdan, özellikle sistemin hızla yeniden yapılandırılması hususundaki çalışmalarla ilgili olarak gerekli talimatları vermesini bekliyoruz. Açıkçası Başkanlık sistemine geçilmiş olsaydı, sistemin yeniden yapılandırılması noktasındaki eksiklikler elbette ortadan kaldırılabilirdi. Peki, Başkanlık sistemine geçilinceye kadar beklemeye devam mı edeceğiz?! Eğer mümkünse, 1 Kasım 2015 seçimlerinde, SİSTEM meselesi ile Başkanlık Sistemi projesine birlikte yoğunlaşmakta büyük faydalar mülahaza ediyorum. Aksi halde, mevcut sistem üzerinden şimdiki kuşatılmışlık sorununu ortadan kaldırmış olsak da, daha sonra benzer sorunlarla yüzleşmekten kurtulmamız pek mümkün görünmemektedir...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.