Suriye’deki Paylaşım Savaşı-I: Suriye’de Neler Oluyor?
Osmanlı’nın en önemli bölgelerinden birisi konumundaki Suriye, bugün itibariyle, maalesef neredeyse Üçüncü Dünya Savaşı’nın prova alanı gibi çok ciddi hesaplaşmalardan birinin daha merkezi rolünü üstleniyor. Ülke coğrafyasında yüzlerce yıl birlikte yaşam sürmüş bulunan miyonlarca Müslüman insan, sadece bir hiç uğruna ve tamamen dış odakların saçtıkları fitnelerin etkisinde kalarak birbirlerinin kanlarını akıtmayı sürdürüyorlar.
Sadece bu da değil; dört yılı aşkın bir süreden beri devam eden hesaplaşmalar sebebiyle yüzbinlerce insan hayatını kaybederken milyona yakın insan da sakatlanıp engelli durumuna düşmüş bulunuyor. Benzer bir biçimde; mülteci durumuna düşmek zorunda kalan milyonlarca Suriyeliden, iç savaştan kaçıp daha güvenli yaşam alanı bulabilmek amacıyla ülkeyi terk edip komşu ülkelere ve kısmen de Batılı ülkelere sığınmaya çalışanlardan on binlercesi de hayatlarını kaybettiler. Bu insanlar sadece yurtlarından, evlerinden olmadılar; aynı zamanda mutlu ailelerinden de mahrum bir hale getirildiler.
Anlayacağınız; bundan beş sene önceki Suriye’den artık neredeyse hiçbir eser yok ortada… Hülasa öylesine sinsi bir proje uygulamaya koyulmuş ki, iç savaş bahane edilerek, anlaşılmaz bir biçimden Suriye toprakları üzerinde yaşayan halkın dışarıya boşaltılıyor olmasına karşın, bir tane bile güçlü irade çıkıp neler döndüğünü bölge insanlarına açıkla(ya)mıyor. Bunca felaketin ortalığı kasıp kavurması karşısında tek bir tane İslam ülkesi ya da İslam örgütünün ortaya çıkıp tepki koyamaması ise süreci daha da muammalı bir hale getiriyor. Haaa, şunu da not düşeyim bari: İnanıyorum ki, günümüzün tarihini yazanlar ile bugünlerin tarihini okuyanlar ihanetin hangi boyutlara taşınmış olduğunu bizlerden daha iyi görebilecekler.
Önce Afganistan (Pakistan) ve Irak, arkasından Libya ve Mısır, şimdi ise Suriye ve Yemen üzerinde sergilenen imha edici yeni emperyalizm ve hatta tersyüz edişler karşısında tirübünlere oynamadan ve halkları aldatmadan İslam ümmetini en azından kendi dertlerine ağlamaya davet eden bir İslam ülkesi, örgütü ya da liderinin çıkmamış olması karşısında artık söylenecek tek bir söz kalıyor: Derin yapılar tarafından her bakımdan teslim alınmışız; yani, ölmüşüz de ağlayanımız yok!... O nedenle, artık iş halkların kimseye güvenmeden kendi içerisinden çıkartacağı ‘samimi, vefakâr, sadakatkâr, doğru, dürüst, ölüm ötesine kilitlenmiş, dünyaya sırtını dönmüş, İslam kardeşliğini özümsemiş, uyanık, pratik, istişareye bağlı, imanlı, ihlaslı, karizmatik ve asabiyetli’ liderlere düşmektedir!...
Hülâsa, anlaşılacağı gibi; ortada artık bir Suriye devleti diye bir şey kalmadığı gibi, belki Suriye halkının da kalmadığını söyleyebiliriz. Ülkede, birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışan ‘basiretsiz ve ferasetsiz’ farklı cahil gruplar ile ‘kimin hizmetinde koşuşturduğu belli olmayacak derecede şaşkın bir durumda olan’ eski Suriye rejiminin hesapları tamamen yerel nitelikli isteklerini elde etmekle sınırlı denecek derecede basit ölçeklere kadar düşürülmüş durumdadır. Pek tabii olarak, bu iç hesaplaşmalar üzerinden asıl ölçek ve beklenti büyüten güç ise İsrail ile ABD liderliğindeki güçlü Batılı ülkeler ve Rusya-İran koalisyonudur. Ortada doğrudan kullanılan maşa DAEŞ iken, dolaylı bir biçimde kullanılan ise tüm bölge ülkelerindeki ‘masum’ Kürt topluluklarıdır. Tabii ki, bu arada siz Türkiye’yi merak ediyorsunuz! Türkiye mi işin neresinde? En iyisi mi ne siz sorun, ne de ben anlatayım; zira işte orası çok mu çoook karışık!...
Hakikaten Suriye’deki karışıklıklardan önceki üç buçuk yıl ile karışıklıkların başladığı Mart 2011’den bu zamana kadarki geçen dört buçuk yıl birlikte düşünüldüğünde, Türkiye’nin, Mart 2011’den sonra sürekli ve kesintisiz bir biçimde pozisyon kaybettiğini görüyoruz. Hatta Suriye’deki karışıklıklar üzerinden zaman geçtikçe, aslında Suriye’deki karışıklıkların asıl hedeflerinden birisinin Türkiye’nin güçten düşürülerek parçalara ayrılması olduğu belirgin bir biçimde ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, Suriye kuşatmasının en önemli hedeflerinden birisi de hiç kuşkunuz olmasın ki Türkiye’dir.
Bilindiği üzere; meşhur Arap Baharı (!) adı altında Osmanlı coğrafyasında başlatılan yeni emperyalist operasyonların Suriye’ye geldiği Mart 2011’den sonra Türkiye, “kraldan çok kralcı” geçinircesine, daha üç beş ay öncesine kadar her bakımdan kendisinin neredeyse bir eyaletiymiş gibi bir görüntü veren ve hatta ülkesinin anahtarlarını Türkiye’ye teslim etme noktasına gelmiş bulunan Suriye Lideri Beşşar Esad’ı yerlere batırırcasına hedef alıp ABD liderliğindeki Batı’ya sadakatini sunmaya çalışıyor gibi bir izlenim oluşturmaya başlamıştı. Türkiye’nin Suriye politikasında birdenbire yaşanan böylesine 180 derecelik değişikliğe hâlâ daha bir anlam verebilen çıkmamıştır.
İşin tuhaf tarafı ise, sırf Suriye politikasındaki böylesine ani ve ciddi değişiklik nedeniyle Türkiye’nin hedef tahtasına oturtulduğu ve neredeyse iç savaş noktasına getirildiği görülüyor olmasına rağmen, hâlâ daha yanlış Suriye politikasında ısrar edilmesidir. Bunun nedeni NATO, ABD, İsrail ve İngiltere ile yapılan gizli anlaşmalar mıdır, yoksa bilmediğimiz tehdit ve şantajlar mıdır, onu net bir biçimde görmek mümkün değildir. Ancak, zaten böylesine ciddi çark edişlerinden sonra Türkiye, sadece Esad liderliğindeki Suriye’yi değil, ABD liderliğindeki Batılıların bile gerçek müttefiklik dayanışmasını kaybetmeye başladı ve ilişkilerdeki bu geriye gidiş şimdi bile hiç hız kesmeden aynen devam etmektedir. Bunu bir yerde durdurulabilmesi için öncelikli olarak içte birlik oluşturulmalı, siyasi kutuplaşmalar bir kenara bırakılmalı ve Sayın Cumhurbaşkanlığımızın önderliğinde gerçekçi bir çıkış yolu aranmalıdır. Zira artık herkes alabileceği kadar dersi almış bulunuyor…
Öte yandan Arap Birliği, Körfez İşbirliği Konseyi ve hatta İslam İşbirliği Örgütü yanında, neredeyse tüm Arap ülkeleri (Katar ve kısmen bir iki tanesi hariç) de Suriye’nin paylaşım savaşında Türkiye’yi hedefe oturma uğraşlarına taraf olma gibi bir şaşırtıcı görüntü vermeye başladılr. Yani Suriye halkının kanını emen, Suriye devletini ortadan kaldıran, Suriye toprakları üzerinde Büyük İsrail devletinin inşasına yarayacak dönüşümler gerçekleştiren, Suriye’nin yer altı zenginliklerini paylaşan, Suriye’nin kültürel ve inanç değerlerini yerlebir eden, Suriye halkının en mahrem değerlerini tarumar eden küresel güçlerin karşısında toparlayıcı olma potansiyeli taşıyan tek ülke konumundaki Türkiye ve tek lider konumundaki Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı, ‘İslam’ algısı oluşturan bölgenin bu devlet, örgüt ve liderleri “Suriye bahanesiyle” hedef tahtasına oturtmaya çalışıyorlar. Sizce, bunlar aslında kime hizmet ediyorlar?! Onun için, lütfen birlik olalım…
Sonuç olarak; ABD liderliğindeki Uluslararası Topluma ait güçler, kendilerince üretildiği söylenen DAEŞ (IŞİD) ile mücadele bahanesiyle Suriye’yi, çok sayıda grup arasında süren bir mücadelenin hesaplaşma alanı haline getirirken, İslam dünyasındaki örgütlü yapıların da bu sürece destek oluyor görüntüsü içerisine giriyor olmaları sözün bittiği noktaya gelindiğini gösteriyor. Bu bağlamda dehşet verici bir başka sorun ise şudur: Suriye’nin üç ya da dört parçaya bölünmesine yönelik sürdürülen çok boyutlu operasyonların en önemli hedeflerinden birinin israil’in bölgesel planlarına işlerlik kazandırmak, bir diğerinin bölgedeki enerji kaynaklarının üzerine çullanmak ve başka bir diğerinin ise Osmanlı benzeri toparlanmaları gerçekleştirebilme potansiyeli taşıyan yapıları daha küçük parçalara ayırmak olduğu bilindiği halde, bu açık gerçekleri haykırarak İslam ümmetinin silkinmesine vesile olabilecek bir örgütlü gücün ortaya çıkamamasıdır. Öyle ise, boşuboşuna hiç konuşmayalım!!!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.