Bediüzzaman ve İttihad-ı İslam
İttihad-ı İslâm
Bediüzzaman, 1910’da İstanbul’dan doğuya giderken uğradığı Tiflis’teki Şeyh San’an tepesinde bir Rus polisiyle olan muhaveresinde, şu günlerin en önemli gündem maddelerinden biri olması gereken ittihadı İslâmın en önemli unsurlarına da işaret ediyor.
“İslâmın kabiliyetli bir oğlu” olarak nitelediği Hindistan için “İngiliz lisesinde çalışıyor;” “zeki bir mahdum” olarak tavsif ettiği Mısır hakkında “İngiliz siyasal bilgiler fakültesinden ders alıyor” ve “İslâmın iki bahadır oğulları” olan Kafkasya ile Türkistan için de “Rus harp okulunda talim ediyorlar” ifadelerini kullanıyor (Tarihçe, s. 126).
Yüz sene sonraki tabloda Hind Müslümanları Pakistan, Bangladeş ve Hindistan arasında paylaşılan yaklaşık 500 milyonluk muazzam bir potansiyeli temsil ediyorlar. Hind yarımadasının vaktiyle İngiliz sömürgesi olması onlara da büyük zarar verdi, ama Said Nursî’nin “lise eğitimi” olarak ifade ettiği anlamda kazanımları da oldu.
İslâm dünyasında Nobel ödülü alan ilk ismin Pakistan’dan (Prof. Abdüsselâm), bir diğerinin Bangladeş’ten (Prof. Muhammed Yunus) çıkmış olması, bunun göstergelerinden yalnızca ikisi.
Bu isimlere ilişkin farklı tartışma ve eleştirilerin mevcudiyeti, başarılarına gölge düşüremez.
Mısır için fakülte seviyesinde bir “siyasal bilgiler” eğitiminden bahsediyor Said Nursî. Ve bu ülkenin gerek Arap âleminde, gerekse Batıyla ilişkilerde ortaya koyduğu diplomasi becerisi, hakkındaki bu nitelemeyi doğrulayıp teyid ediyor.
Bilindiği gibi, günümüz dünya şartları içinde İsrail karşısında izlenmesi gereken gerçekçi tavırda öncülüğü Enver Sedat’ın başkanlığı döneminde Mısır üstlenmiş; o güne kadarki red ve savaş politikalarının zarardan başka bir netice vermediğini görerek, Batının desteğini arkasına almak suretiyle İsrail’le diplomatik ilişki kurmuş ve böylece topraklarını da işgalden kurtarmıştı.
Hamas’a karşı izlediği katı tavrın tasvip edilir bir tarafı bulunmasa da, İsrail’in son Gazze saldırılarının durdurulması ve ateşkese varılması sürecinde oynadığı etkin rol de Mısır’ın diplomatik ağırlığının yeni bir örneğini oluşturuyor.
Rus harp okulunda talim gören Kafkasya ve Türkistan’dan Orta Asya cumhuriyetleri Sovyetler’in dağılmasını takip eden süreçte kansız ve kavgasız bir şekilde hürriyet ve bağımsızlıklarına kavuştular. Kafkasya’da sancı devam ediyor. Bilhassa Çeçenistan’ın durumu, oraya özel sebeplerin de sonucu olarak sıkıntılı. Ama genel olarak bakıldığında, Rusya Federasyonu içindeki Müslümanların, mevziî olarak birtakım zorluklar olsa dahi, komünist dönemdeki dayanılmaz baskılardan büyük ölçüde kurtuldukları bir vâkıa.
Bediüzzaman’ın, bir asır önce Rus polisine “Şu asilzade evlâtlar diplomalarını aldıktan sonra her biri bir kıt'anın başına geçerek, muhteşem pederleri olan İslâmiyetin bayrağını dalgalandıracaklar” dediği bu simge ülkeler, yine Said Nursî’nin “cehalet, zaruret, ihtilâf” olarak sıraladığı üç düşmanı “san'at, marifet, ittifak” silâhlarıyla mağlûp edebildikleri ölçüde tarihî misyonlarını yerine getirecek ve ittihad-ı İslâm idealinin tahakkuku noktasında da görevlerini ifa edecekler.
Tabiî, burada İslâm âleminin ve Asya’nın hürriyeti için kilit konumda bulunan Türkiye’nin ayrı bir yeri var. Eğer Türkiye kendi içinde hürriyet ve demokrasiyi başarır, önceki politikalarının İslâm dünyasıyla ilişkilerinde meydana getirdiği hasar ve tahribatı onarır ve aynı zamanda AB üyesi bir Müslüman ülke olarak onlara yakınlaşırsa, hem ittihad-ı İslâm hedefinin gerçekleşmesi iyice kolaylaşır, hem de bu ittihad, dünya barışının en güçlü güvencelerinden biri olur.
Bayar ve Menderes’e yazdığı bir mektupla Türkiye, Irak ve Pakistan arasında Bağdat Paktının kurulmasını tebrik eden Bediüzzaman’ın, bu paktı hem İslâm birliği, hem de dünya barışı için çok önemli bir adım olarak nitelemesi bundandı.
O pakt dağıtıldı. Kurucularının başına gelenler de mâlûm. Ama ittihad-ı İslâm ideali hâlâ canlı.