Aydınlar ve din
Yetişme ortamı ve aldığı eğitim gereği dini bilmeyen aydınların uluorta dinsizlikle suçlanmaları halinde, zihinlerinde dine karşı mevcut olan şüphelerin kemikleşeceği ve dahası, onları saldırgan bir tavra yönelteceği uyarısında bulunan Said Nursî diyor ki:
“Fena adama ‘iyisin, iyisin’ denilse iyileşmesi ve iyi adama ‘fenasın, fenasın’ denildikçe fenalaşması çok vuku bulmuştur.” (Eski Said Dönemi Eserleri, {Münâzarât}, s. 256)
Bu sözde, hem caydırmayı, nefret ettirip kaçırmayı değil, sevdirip teşvik etmeyi; ürkütüp uzaklaştırmayı değil, kazanmayı esas alan İslâm ahlâkına dayalı tebliğ metodolojisinin; hem de psikoloji ve pedagoji gibi davranış bilimlerinin önemli prensiplerinden biri seslendiriliyor.
Üstad, konuyla ilgili izahlarını sürdürüyor:
“Faraza, bazılarının altında büyük fenalıklar varsa da, hücum edilmemek gerektir. Zira çok fenalık vardır ki, iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça ve ondan tegafül edildikçe (görmezlikten gelindikçe) mahdut ve mahsur (sınırlı) kaldığı gibi, sahibi de perde-i hicap ve hayâ (hayâ ve gizlenme perdesi) altında kendisinin ıslâhına çalışır. Lâkin, vaktâ ki perde yırtılsa, hayâ atılır; hücum gösterilse, fenalık fena tevessü eder (genişleyip yayılır).” (a.g.e., s. 256-7)
Bu ifadelerde de, yukarıdaki prensibin tatbik alanında bir başka önemli boyut vurgulanıyor.
Burada, “fena” olduğu tesbit edilenlere dahi hücum etmemek suretiyle, hem onların ıslâhına, hem de bu mümkün olmasa bile fenalıklarının yayılmasını önlemeye yönelik bir strateji var.
Bu aynı zamanda, bir cihetiyle, Kur’ân ve Sünnete dayanan İslâm ahlâkındaki “fenalığa da iyilikle mukabele etme” prensibinin günümüz içtimaî ve siyasî hayatına uyarlanan bir yansıması.
İyi uygulanırsa, aydın-halk kopukluğu ve gittikçe derinleşen bir kutuplaşmaya giden laik-antilaik çatışması gibi hâlâ içinden çıkamadığımız birçok kriz ve gerilimin en etkili reçetesi olabilir.
Üstadın şu tesbiti de son derece önemli:
“Hakikaten, bence bir Müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri İslâmiyetten tecerrüt etse (kendisini soyutlasa) bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslâmiyetten vazgeçemez. En ebleh, en sefih bile, sedd-i rasîn-i istinadımız (dayandığımız sarsılmaz set) olan İslâmiyete bütün mevcudiyetiyle taraftardır.” (a.g.e., s. 258)
Nitekim İslâma en yabancılaşmış gibi görünenlerin dahi kendilerini en azından “kültürel Müslüman” olarak tanımlayıp, günlük hayatlarında belki farkında bile olmadan bazı İslâmî motifleri kullanmayı alışkanlık haline getirmeleri, bu tesbiti doğrulayan manzara ve tezahürler.
Ve yine Üstad, dini ve dindarlığı kendi tekelinde gören dışlayıcı anlayışı şöyle reddediyor:
“Ey insafsızlar! Umum âlemi yutacak, birleştirecek, besleyecek, ziyalandıracak (ışıklandıracak) bir istidatta olan hakikat-ı İslâmiyeti, nasıl dar buldunuz ki, fukaraya ve mutaassıp bir kısım hocalara tahsis edip, İslâmiyetin yarı ehlini dışarı atmak istiyorsunuz? Hem de umum kemâlâtı câmi (mükemmellikleri içine alan), bütün nev’-î beşerin hissiyât-ı âliyesini (insanlığın yüksek hislerini) besleyecek mevaddı muhit olan (maddeleri kapsayan) o kasr-ı nurânî-i İslâmiyeti (nurlu İslâm köşkünü), ne cür’etle, matem tutmuş bir siyah çadır gibi, bir kısım fukaraya ve bedevilere ve mürtecilere has olduğunu tahayyül (hayal) ediyorsunuz?” (a.g.e., s. 269-70)
İslâmın bütün insanlığa gönderilmiş en son evrensel ilâhî mesaj olduğu inancına dayanan bu engin bakış açısındaki kucaklayıcılık, genişlik ve rahatlık nerede; dini ve dindarlığı kendi daracık ufkuna hapsetmeye çalışan inhisarcı ve de dışlayıcı taassubun zavallılığı ve perişanlığı nerede?
Aynı anlayışın, bu haliyle dini tekelinde tutma gayretinin yol açacağı bir diğer sakıncayı da “kavî bir ekseriyette dine aleyhtarlık meyli uyandırmak” olarak ifade ediyor Üstad (a.g.e., s. 497).
Bu da taşınması imkânsız bir başka vebal...