İmanla kabre girmek
Camilerde mübarek gecelerde, Cuma geceleri toplu istiğfarlarda, vaazların bitiminde, hatimlerden sonra yapılan duâlardaki değişmez dileklerden biri de kelime-i şehadetle çene kapamak, hüsn-ü hatime ile ömrü tamamlamak ve imanla kabre girmek içindir.
Çoğu zaman gafletle fânî dünyanın geçici meselelerini herşeyin önüne geçirip onlarda boğulan insan için en önemli ve hayatî mesele bu:
İmanla kabre girmek, Cehennemden kurtulup Cennetle ve Cemal-i İlâhî ile müşerref olmak...
Bize verilen ömür sermayesinin sayılı nefeslerini tüketirken bir an bile hatırımızdan çıkarmamamız gereken bir numaralı gündem bu olmalı.
“Her nefis ölümü tadacaktır” İlâhî mesajı ile “Ölüm haktır” diyen Peygamber sözünü ve fıtrata yerleştirilen bu yaratılış kanununun dünya kurulup canlılar yaratılalı, hiçbir istisna tanımadan işlemeye devam edişini görüp de ölüm gerçeğine kayıtsız kalmaya imkân ve ihtimal var mı?
Üstadın İkinci Dünya Savaşı devam ederken yazdığı “Meyve’nin Dördüncü Meselesi” başta olmak üzere birçok eserinde vurguladığı gibi, ölümün idam fermanından kurtulup ebedî saadeti elde etme hadisesi, zihinlerin yöneldiği Cihan Harbi gibi en muazzam dünyevî olaylardan dahi çok daha önemli. Çünkü birinde ebedî bir hayat söz konusu iken, diğerleri hep gelip geçici şeyler.
Ebedî hayatı kazanma veya kaybetme dâvâsında, bu “hasta ve gaddar ve bedbaht asır” insanının, o dâvâyı kaybettirmeyecek bir dâvâ vekiline ihtiyacı olduğunu vurgulayan Üstad, o dâvâ vekilinin de Risale-i Nur olduğuna dikkat çekiyor.
Ve Risale-i Nur’un, sadık talebelerine kazandırdığı iki manevî kazançtan birini “şirket-i maneviye-i uhreviyenin hissedarı olmak,” diğerini de “imanla kabre girmek” şeklinde ifade ediyor.
İmanla kabre girmenin, hizmet tarihinde, başlangıç dönemlerinden itibaren yaşanmış ve hattâ lâhikalara geçirilmiş çok güzel örnekleri var.
Bunlardan biri, risalelerin İslâm harfleriyle elle yazılarak çoğaltıldığı ilk dönemlerde, Hafız Mehmet isimli yaşlı bir Nur Talebesinin, risale yazarken metindeki “Lâ ilâhe illallah” ibaresini tamamladığında ruh emanetini teslim etmesi.
Bir diğeri, Denizli şehidi Hafız Ali’nin, Denizli hapsinde telif edilen Meyve Risalesi’yle meşgulken, Üstadı için ruhunu feda etme niyazının dergâh-ı İlâhîde kabulü ile vefatını takiben, aynı zamanda ehl-i keşfel-kubur, yani kabir âleminde yaşananları temâşâ edebilme hasletine sahip olan Üstadın, onu kabirdeki sual meleklerine Meyve’nin hakikatleriyle cevap verirken görmesi.
Benzer hüsn-ü âkıbet örneklerini, manevî şehit olarak berzah âlemine göçen diğer bütün manevî cihad kahramanlarının da son anlarında yaşayıp gösterdiklerini bilmekte, görmekteyiz.
Son örnek, hafta içinde kabrindeki Cennet bahçesine tevdî ettiğimiz yazarımız Şaban Döğen.
Alabildiğine yoğun ve dinamik bir tempo içinde hizmetten hizmete koşarken bir Cuma sabahı âniden rahatsızlanıp hastaneye kaldırılarak yoğun bakıma alınan Döğen, oradaki ve dünyadaki son gün ve saatlerini şuuru açık olarak, namazlarını işaretle kılarak ve hiçbir zaman kopmadığı gazetesiyle haşir neşir olarak tamamladı.
Böylece, “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz” hadis-i şerifindeki hakikatin, hayat ve ölüme müteallik boyutuna canlı ve müşahhas bir örnek daha verdi.
İnanıyoruz ki, kabrindeki Cennet bahçesinde de yine çok sevdiği risalelerle, kitaplarıyla, yazılarıyla, gazetesiyle meşguliyetine devam ediyor.
Bize şimdilik zahirî ve geçici olarak ayrı düştük gibi gelse de, gerçekte, Üstadın “Nasıl ki buradan Isparta’daki kardeşlerimize selâm gönderip muarefe, muhabere ile sohbet ediyoruz, aynen öyle de, Hafız Ali’nin tavattun ettiği (yerleştiği) âlem-i berzah, nazarımda Isparta, Kastamonu gibi olmuş” (Şuâlar, s. 521) sözündeki derin ve canlı hakikat, Şaban Döğen için de geçerli.
O, Kargı’daki yeni menzilinde yine bizlerle...