Yargı bağımsızlığı
Hakimler ve Savcılar Kanunu ile ilgili yasal düzenleme başta CHP olmak üzere, hükümete muhalefet eden kesimlerin tepkisini çekiyor.
Temel iddiaları şu:
“Bu yasal değişiklikle hükümete yandaş hakim ve savcılar istihdam edilecek. Yargı bağımsızlığı katlediliyor. Yasama ve yürütmenin yanı sıra yargı da AK Parti’nin tekeline alınarak kuvvetler ayrılığı ortadan kaldırılıyor.”
Gazetemizin hukukçu yazarı Ali İhsan Karahasanoğlu, dünkü yazısında söz konusu yasal değişikliğin mevcut uygulamaya dair özü değiştirmediğini, eskiden olduğu gibi hakim ve savcı istihdamının yine Adalet Bakanlığı’nca yapılacağını, aradaki farkın biçimsel olduğunu özetle şöyle belirtiyordu:
“Eskiden yönetmelikle yapılan şimdi kanunla yapılıyor. Fiiliyatta mevcut sistem değişmiyor.”
Ben, bugünlerde “elimizden gidiyor” diye yer gök inletilen “yargı bağımsızlığı”yla ilgili bazı hususlara dikkat çekmek istiyorum.
Kuşkusuz “yargı bağımsızlığı” bir hukuk devleti için asla vazgeçilemeyecek en temel özelliklerin başında gelmektedir.
Nasıl ki bir “ülkenin bağımsızlığı” öylesine bir özellik olarak değil, o ülkede yaşayanların mutluluk ve huzurunu sağlamaya dönük işlevselliğinden dolayı önemli ise, aynı şekilde yargının bağımsızlığı da adaletin sağlanmasındaki fonksiyonelliğinden dolayı önemlidir.
Bizde “yargı bağımsızlığı” denince, nedense sadece siyasi iktidarın baskılarından varestelik anlaşılır. Oysa siyasi iktidarlar yargıya baskı yapması muhtemel güç odaklarından sadece biridir.
Hele de Türkiye gibi demokratik standartlar açısından hayli geride ve demokratik normalin medya destekli askeri müdahalelerle sık sık kesintiye uğratıldığı ülkelerde.
27 Mayıs ve 12 Eylül süreçlerinde yargının nasıl işletildiğini herkes biliyor.
Hukuk tarihimize geçmiş “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor”, “Asmayalım da besleyelim mi” türünden vecizeler, nasıl bir yargı sistemi işletildiği konusunda yeterince aydınlatıcıdır.
28 Şubat sürecinde yargının brifinglerle nasıl baskı altına alınıp yönlendirildiği de kimsenin meçhulü değil.
Dolayısıyla, yargı bağımsızlığı denilince sadece siyasi iktidarlar değil, aralarında bürokratik kurumların, medyanın hatta iş dünyasının da yer aldığı daha kapsamlı bir güç odakları konseptinin göz önüne alınması gerekir.
Hükümetin kendi düşüncesine uygun hakim ve savcılar atayacağı, bunun da hukuku siyasallaştıracağı eleştirilerine gelince, bu noktada üzerinde önemle durulması gereken birtakım hususlar vardır.
Öncelikle kendi ideolojik görüşü ne olursa olsun, bir savcı ve hakimden beklenen, atandıktan sonra bir hukuk adamı gibi davranmaktır.
Bu da öncelikle bir “ahlak sorunu”dur.
Eğer bir hakim ve savcının atandıktan sonra “hukuk adamlığı” bilinciyle değil de bir ideolojik militan gibi davranacağı varsayılıyorsa, onu hangi yöntemle atarsanız atayın, ne değişecek ki?
Herkesin sonuçta bir dünya görüşü vardır çünkü. Oysa hukuk adamından beklenen hukuk adamı gibi davranmaktır.
Değilse, burada atanma şeklinin çok ötesinde, daha başka ve daha derin bazı sorunlar var demektir.
Yeni düzenlemeye yargı bağımsızlığı adına karşı çıkanlar, yakın geçmişte “Tabii ki kendi düşünceme uygun olanları atayacaktım” diyen bazı siyasetçilerin sözleri karşısında neredeydiler?
Acaba “Yargıya kendi düşüncelerindeki kişileri atayacaklar” türünden eleştirilerin altında “Yargıçlarımız nasıl olsa tarafgirdir, bari bizim adamlarımız olsun” mantığı mı yatmaktadır?
Bu durumda, “yargı bağımsızlığı” sadece görüntüyü kurtarmak için öne çıkarılan bir maske olmuyor mu?
Yargı bağımsızlığı denince gündeme getirilmesi gereken bir başka husus da bizde bazı çevrelerin, yargının tarafsızlığının da en az bağımsızlığı kadar önemli olduğu gerçeğini göz ardı etmeleri, hatta yargının taraflığını savunmalarıdır.
Özellikle de yargının devlete taraf olması gerektiği söylenip durulur.
Dahası bizdeki yargı anlayışı kendini hukuku uygulamak ödeviyle sınırlı tutmayıp bunun ötesinde birtakım ödevleri de uhdesinde vehmetmektedir.
Oysa Sami Selçuk’un dediği gibi “Hukuk adamlarının görevi ülkeyi değil, hukuku kurtarmaktır.”
Hukuk, devletle şu veya bu şekilde mahkemelik olmuş bir yurttaşın da adalet için sığındığı bir limandır. Burada da tarafsızlık esastır. Anayasal bir demokraside hukuk, dünya görüşü ne olursa olsun mağdur olduğuna inanan her türlü vatandaş için bir hak arama kapısıdır.
Hakların teminatı olmak yerine her türlü iktidar merkezinin veya statükonun güç yapısına göre işletilen bir hukuk, adaleti sağlayabilir mi?
Görülüyor ki, “yargı bağımsızlığı”nı salt yargıçların atanma şekline indirgemek, buzdağının sadece üst kısmıyla ilgilenmek demektir.
Oysa konu hem kapsamlı hem derin.
münaşaka
“İster Mecusi ol, ister putperest… Kim olursan ol, yine gel” diyen Mevlana’nın anıldığı toplantıya, bir bayan başörtülü olduğu gerekçesiyle alınmamış.
Belli ki bu arkadaşlar, “Kim olursan ol gel ama başörtülü gelme” diyor.
Acaba Mevlana sağ olup da bu toplantıya katılmak istese, izin verirler miydi?
Sanmam; çünkü onun da sakalı ve sarığı var!..
sözünözü
Yargı her şeyden bağımsız olmalı ama hukuktan asla.
(MEK)