Atatürk milliyetçiliği: the end
Anayasanın “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” maddelerindeki Atatürk milliyetçiliği kavramını ve başlangıç kısmındaki “Hiçbir faaliyet Atatürk ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliği karşısında korunma göremez” ibaresini öteden beri eleştiriyoruz.
Bu köşenin arşivinde birçok örneği mevcut.
Ayrıca, İstanbul’da yapılan “Said Nursî ve demokratik açılım” panelindeki konuşmamızda da bu konu üzerinde durduk. Şahsa izafe edilen bir milliyetçilik anlayışının hukukta da, bilimde de, dünyada da yeri bulunmadığını vurguladık.
Atatürk milliyetçiliğini savunanlara, “Bu kavramın hukuken geçerli bir tarifini yapabiliyorsanız, buyurun yapın da görelim” diye seslendik.
“Amerika’da Washington, Almanya’da Bismarck, Fransa’da Napolyon veya De Gaulle, İngiltere’de Churchill milliyetçiliği yokken, bizde Atatürk milliyetçiliği var” diyerek, bu kavramın bizi düşürdüğü duruma dikkat çekmeye çalıştık.
1995 ve 2001’de iki kez değiştirildiği halde son dönemde “değiştirilemezlik zırhı”nın korumasına alınmaya çalışılan başlangıç metnindeki ibareyi de gündeme getirerek, “Belli bir anlayışı imtiyazlı kılıp diğer bütün düşünceleri dışlayan bir yaklaşımla demokrasi olabilir mi?” diye sorduk.
(O iki değişiklikten ilki, 1995’te, metnin başındaki 12 Eylül övgüsünün ve “kutsal devlet” ibaresinin kaldırılması; ikincisi, 2001’de çıkarılan AB uyum paketiyle, “Hiçbir düşünce ve mülâhaza Atatürkçülük karşısında korunma görmez” ibaresindeki “hiçbir düşünce ve mülâhaza” kelimelerinin “hiçbir faaliyet” diye değiştirilmesiydi.)
İşin gerçeği, Haliç Kültür Merkezindeki o konuşmayı yaptıktan sonra, Kemalist cepheden “Vay, Atatürk düşmanı, hangi cür’etle bunları söylüyorsun?” gibi bir tepkiyi beklemedik değil.
Çünkü geçmişte çok daha sıradan eleştirilerin dahi, çarpıtılıp bire bin katılarak başlatılan linç kampanyalarına konu edilebildiğini görmüştük.
Ama bu defa derin bir sessizlikle karşılaştık.
Dahası, sonraki günlerde dolaylı da olsa hakkı teslim eden değerlendirmeler yapıldığını gördük.
Meselâ Özdemir İnce, bizim eleştirdiğimiz ifadelerin de yer aldığı kısmı aktararak, “Ben kendi adıma, başlangıç bölümünün anayasadan çıkarılmasını kabul edebilirim. O bölüm olmasa da olur diyorum” diye yazdı (Hürriyet, 7.4.10).
Ve “Ancak, ilk dört maddeye dokunacak olanın eline (eski bir öğretmen olarak) cetvelle vururum” diye de ekledi İnce. Ama bu dokundurmama tavrınn, ikinci maddede başlangıca yapılan atıf ve Atatürk milliyetçiliği ibaresi için geçerli olmaması gerekir. Öyle olursa kendisiyle çelişmiş olur. Bu iki nokta dışındaki hususlarda ise uzlaşmanın mümkün olduğu kanaatindeyiz.
Yeter ki, bilhassa laiklik ve hukuk devleti ilkeleri demokrasi prensibiyle uyumlu yorumlansın.
Bu noktada, din adına iktidar talep ve iddiasına herkesten önce dindarların karşı çıktığı bilinirse, laik düzeni koruma iddiasıyla, çoğu zaman dini ve dindarları incitecek tavır, üslûp ve söylemlerle sergilenen reflekslere gerek kalmayacağı da artık anlaşılsın. Ve bu çekişme bitsin.
Bu arada Atatürk milliyetçiliği bahsinde de ilginç bir çıkış, tarihçi Yılmaz Öztuna’dan geldi.
“Gerçekte Atatürk milliyetçiliği yoktur” diyen Öztuna, konuya, Atatürk’ü sahiplenen farklı bir açıdan yaklaşarak “Bu kavramda ısrar etmek aynı zamanda Atatürk’ü 1938’de öldürmek teşebbüsüdür” ifadesini kullandı (Türkiye, 10.4.10).
Aslında Atatürk milliyetçiliği kavramı 12 Eylül darbesinin bir ürünü. Hazırlattığı anayasaya bu ibareyi koyduran ve 27 Mayıs anayasındaki millî devlet ibaresini “Atatürk milliyetçiliğine bağlı” diye değiştiren, 12 Eylül. Ve görünen o ki, 12 Eylül’le birlikte, ürettiği yapay; bilim, hukuk ve çağ dışı kavramların da artık defteri dürülüyor.
Umulmadık ve şaşırtıcı adreslerden sâdır olan sinyaller ve mesajlar, bunun işaretlerini veriyor.
Siyaset pek farkında gibi görünmese de, entelektüel cenahta gözlenen belirtiler onu gösteriyor.