Hisseli kıssalar

Hisseli kıssalar

Kafiyeli şiir yazanlar için “yerinde ve anlamlı” kafiye bulabilmek son derece önemlidir.
Birçok şairin münasip kafiyeyi anlamlı cümleye yerleştirebilmek için gerekirse aylarca beklediği bilinir.
Makber’in şairi Abdulhak Hamit de kafiyecilerden.
üstad’ın “Nafiye” adında bir hizmetçisi varmış ki sormayın; genellikle Hamit’in tam da bir şiir için konsantre olduğu anlarda pat diye odaya girip bir şeyler sorarmış.
Bir gün yine odasında şiirle meşgulken üstteki mısraya uygun çok güzel bir kafiye bulmuş.
Tam yazacakken Nafiye girmiş içeriye ve hiç de önemli olmayan münasebetsiz bir konuda birkaç soru sormuş.
Şairimiz, Nafiye’yi odadan çıkarmış ama tekrar şiire döndüğünde az önce bulduğu kafiyeyi bir türlü hatırlayamayınca, elindeki kalemi fırlatıp esefle şöyle mırıldanmış:
-Geldi Nafiye, gitti kafiye!
Evet, bir yönüyle bakıldığında hayat da bir şiir aslında.
Kafiyeleri olan.
Ama... Nafiyeleri de!
Ahengi bozan, uyumu yok eden Nafiyeleri.
Kimi ekmeğinize musallattır, kimisi özgürlüğünüze kimisi yüreklerinize!..
Ancak…
Her şeye rağmen, Nafiyeler ne kadar çok olursa olsun, hayatta kafiyelerin de bulunduğunu unutmamak lazım dostlar.
Yıkılmamak, teslim olmamak, tutunmak lazım.
Hep Abdülhak Hamit’in dediği gibi olmaz ya.
Bazen de tersi olur hayatta:
Gider Nafiye, gelir Kafiye!

çetin Altan’ın, 24 Aralık 2008 tarihli yazısından aynen aktarıyorum:
“Yıllarca önce Necip Fazıl, Büyük Doğu dergisini çıkardığı dönemde, TCK’nın o zamanki 163'üncü maddesini çiğnediği gerekçesiyle, Ankara’da Ağır Ceza Mahkemesi'ne verilmişti.
Necip Fazıl, Ağır Ceza yargıçlarına şöyle diyordu:
- Muhterem hâkimler, adalet tarihinde birtakım masum insanları zindanlara tıkmak için; şahitler uydurulduğuna da, deliller uydurulduğuna da çok rastlanmıştır. Ancak hukuk uydurulduğuna ilk kez şu muhterem savcı sayesinde rastlanıyor.”
Evet, böyle yazmıştı çetin Altan.
Lafımızı güzel bir çorba yapıp ortaya koyduk.
Nasibi olan buyursun.
Afiyet olsun.

Osman Yüksel Serdengeçti merhumun hastalık zamanlarıdır.
Ziyaretine gelen dostları, en çok da tansiyon durumunu merak etmektedirler.
Bir ziyarette bir dostu her zamanki mutat soruyu sorar:
-Tansiyonun nasıl Osman abi?
Cevap tam da Serdengeçtiliktir:
-Düşük… Düşük… Zaten tek düşük yanımız da tansiyonumuzdur.
Hayatı boyunca ilkeleri doğrultusunda her türlü zorluklara uğramayı zevk edinmiş merhum, günümüzün para için her şeyi yapan tiplerini görseydi, onları da iğnelemeden geçmezdi herhalde:
-Tansiyonunuz yükselsin, yükselsin ki yükselen bir yanınız olsun!..

Profesör, konferans vermek üzere salona girmiş.
Salon, ön sırada oturan yaşlı bir köylü dışında tamamen boşmuş.
Konuşup konuşmama konusunda tereddüde düşen profesör, sonunda yaşlı köylüye sormuş:
-Buradaki tek kişi sensin. Sana göre konuşmalı mıyım, yoksa konuşmamalı mıyım?
Yaşlı köylü cevap vermiş:
“Hocam ben basit bir insanım. Bu konulardan anlamam. Ancak şu kadarını söyleyeyim ki, eğer ahıra gelseydim ve bütün atların kaçıp sadece bir tanesinin kaldığını görseydim, yine de onu beslerdim.”
Bu sözler karşısında bir anda ikna olan profesör konferansa başlamış.
Tam 2 saat, konuşmuş da konuşmuş!
Konferanstan sonra kendini mutlu hissetmiş.
Bu arada biricik dinleyicisinin de konferansın çok iyi olduğunu onaylanmasını isteyerek sormuş:
-Konuşmayı nasıl buldun?
Yaşlı köylü sıkıntıyla geçen saatlerin yorgunluğuyla cevap vermiş:
-Hocam sana daha önca basit bir adam olduğumu ve bu konulardan pek anlamadığımı söylemiştim. Sorunuza gelince, evet size başta söylediğim gibi, eğer ahıra gelir biri dışında tüm atların kaçtığını görseydim de o bir atı beslerdim ama elimdeki tüm yemi o bir ata verip de hayvanı çatlatmazdım!..
Ee, bizim köylümüz yerine göre bilgedir, çarıklı erkandır.
Geçtiğimiz hafta manken kızlardan biri “Ne yani; şimdi benim oyumla bir köylünün oyu aynı mı sayılacak” diye isyan etmişti.
Bir yanda bu kız misali mankenlerimizin genel kültür düzeyini, bir yandan da öykümüzdeki köylü gibi yurttaşlarımızın bilgeliğini gördükçe, ben de şahsen bu hanım kızımıza hak veriyorum;
Gerçekten de, bu hanım kızımızla bu köylü amcamızın oyunun eşit sayılması reva mıdır yani?

Temel, sıcak bir havada trafikte araba kullanıyormuş.
Gel gör ki, arka koltukta oturan karısı Fadime ve kaynanası, sürekli Temel’in şoförlüğüne müdahale ediyormuş.
Bir karısı konuşuyormuş, bir kaynanası.
üstelik de çoğu zaman Temel, bu ikisinin farklı önerileri arasında kalıyormuş.
Biri “sağa gir” derken öbürü “hayır sola” diyor, birisi “solla” derken öteki “yavaşla” diyor, birisi “gaza bas” derken öteki, “vitesi küçült” diyormuş.
Bir süre sonra kafasının tası atan Temel, aniden arabayı durdurup hırsla arka koltuğa dönmüş ve “Bana bak Fadime” demiş, “Bir karar verin artık; bu arabayı sen mi kullanıyorsun, yoksa annen mi?!!”
Bizim ülke arabasının direksiyonunda kimin oturduğu da karışıyor bazen.
Kimileri yargının aşırı yetkilerine ve müdahalelerine bakarak “bizde jüristokrasi (yargıçlar yönetimi) var” diyor.
Kimileri de medyanın egemenliğine bakarak “bizde medyokrasi var” diyorlar.
Bizim de kafamız karışıyor haliyle.
Sahi kim kullanıyor bu arabayı?
Jüristokrasi miyiz, medyokrasi mi?
Bir karar verelim de rahatlayalım.
İkilik olunca olmuyor çünkü.
Hayırlı hafta sonları efendim.


Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi