Hisseli kıssalar

Hisseli kıssalar

Amerika’da Teksas’ta yargıcın biri görevinden sıkılıp bankacı olmaya karar vermiş.
Bir gün adamın biri kredi almak için bankaya gelmiş.
Eski yargıç yeni bankacı başlamış kredi için şartlarını sıralamaya:
“Çiftliğini bankama ipotek vereceksin. Evinin tapusunu da. Ayrıca yıllık gelirini gösteren şu belgeyi getireceksin, bir aylık masrafını gösteren şu belgeyi getireceksin. Bunlar yetmez, ayrıca….”
Çiftçi bakmış; kredi karşılığında istenmedik bir tek annesinin nikah belgesi kalmış.
Kafası atarak sormuş:
-Sen ki yargıçlık yaptığın dönemde adamları idama gönderirken bile bu kadar ince eleyip sık dokumazdın, nedir bu halin böyle?
Yargıç gülmüş:
-Tabii öyle olacaktı. Çünkü giden canlar benim değildi. Oysa senin kullanacağın kredi, benim kendi param!
Bu olayı hatırlamamın nedeni, dün okuduğum bir haber.
Efendim, TRT, şarkıcı Tarkan’la, yılbaşı gecesi birkaç şarkı söylemesi için tam 750 bin dolarlık bir servet ödemek üzere anlaşmış.
Yanlış okumadınız; 750 bin dolar, yani 1 trilyon lira.
Bilemiyorum; bu anlaşma TRT’nin başına yeni atanan Genel Müdür İbrahim Şahin’den önce yapılmış bir anlaşma mıdır yoksa onun marifeti midir?
Ama her halükarda bu olay “bizim paramızın” nasıl çar çur edildiğini göstermek bakımından son derece çarpıcı bir örnek.
TRT’ciler bu parayı ceplerinden ödeseler sorun yok.
Nitekim özel kanalların kime kaç para ödedikleri bizi ilgilendirmiyor.
Oysa TRT’nin parasını millet ödüyor ve milletin parası da bu kadar hovardaca kullanılmamalı.
TRT’cilerin umurlarında olmadığını biliyorum ama yine de söyleyeceğim:
Ben şahsen bu paradan benim vergilerime düşen kısmı, helal etmiyorum.
Ve birçok kişi gibi ben de soruyorum:
Bu kadar para ödeyerek Tarkan’a üç beş şarkı söylettirmek, TRT’ye kuş mu konduracak yani?

Temel hamama gitmiş. Yıkandıktan sonra giysilerinin yanına varınca cüzdanın yerinde olmadığını görüp durumu hamamcıya iletmiş.
Hamamcı, “Nee? Demek beni hırsız çıkarıyorsun ha!” diyerek Temel’i bir güzel dövmüş.
Aksilik ya, şehirde de başka hamam yok.
Bir süre sonra Temel tekrar hamama gitmiş.
Bu sefer, cüzdanla beraber kazağın da götürüldüğünü görünce, yine hamamcıya şikâyete gitmiş.
Hamamcı, “Ne? Demek beni hırsızlıkla suçlamaya çalışıyorsun ha” diyerek Temel’i bir güzel dövmüş yine.
Aradan biraz zaman geçmiş. Temel yine hamamda tabii.
Ancak bu defa durum daha feci imiş.
Çünkü yıkandıktan sonra dolabına bakan Temel cüzdanla beraber bütün giysilerinin de alındığını, geride sadece pantolon kemerinin bırakıldığını görmüş.
Durumu hamamcıya söylese gene dayak yiyecek.
Ne yapsın? Kemeri boynuna dolayan Temel, anadan üryan şekilde hamamcının yanına varmış ve “Ula hamamcı kardeş” demiş, “Allah aşkına söyle baa. Ha pen puraya pöyle mi keldum?”
Bazen olaylara bir de ters tarafından bakmak iyidir.
Cennet vatanımızda gün geçmiyor ki, yeni bir yolsuzluk operasyonuyla karşılaşmayalım.
Üstelik yolsuzluklar, kurum farkı da gözetmiyor.
Belli mevkilere gelen kimileri, kısa sürede köşeyi dönüyorlar.
Düne kadar sıradan bir hayatı olan kişiler bir bakıyorsunuz; işgal ettiği mevkide ortalama bir maaşı olmasına rağmen, bir süre sonra garajında ciplerin beklediği malikanelerin, görkemli sitelerde oğlanın kızın üzerine yapılmış dairelerin, yurt içinde yurt dışında yazlıkların kışlıkların sahibi olmuş.
Böylelerinin zaman zaman şu vicdan sorusunu kendilerine sorması gerekmez mi:
“Yahu ben buraya böyle mi geldim?”

Adam işe girmek maksadıyla bir şirkete başvurmuş.
Patron sormuş:
-Bu şirkete ne katabilirsin?
Soru karşısında bir süre düşünen adamın, birden gözlerinin içi aydınlanmış:
-Neşe katarım.
Çiçekler kadar renkli milletvekilimiz Kamer Genç’i bilirsiniz.
Gün geçmiyor ki, ilginç konuşmalarla Meclis’i hareketlendirmesin.
Nereden bulur o lafları, nereden bulur o konuları!..
En son, “Başbakan Tunceli’den aday olup karşıma çıksın. Dersim ders vermeyi sever” demiş.
Hep düşünürdüm; “Kamer Genç bu Meclis’e ne katıyor” diye.
Fıkrayı hatırlayınca buldum!..

Mehmet Akif bir gün Ankara’ya çağırılır.
Çok önemli memleket meselelerinin görüşüleceğini sanan büyük şair, kalpak meselesinin konuşulduğunu görünce hayal kırıklığına uğrar ve içinde bulunduğu ruh halini şöyle anlatır:
“Ben bu adamların, başımın içine bakacaklarını sanmıştım ama onlar tepesine baktılar.”
Akif’ten bu yana epey zaman geçti ama kafaların içine değil dışına bakma anlayışında değişen bir şey olmadı.
O zamanlar kalpağı konuşanlar, şimdi de türbanı konuşuyorlar.

Dişi hayvanlar bir gün ormanda toplanmış hararetli şekilde tartışıyorlarmış.
Konu, “Kim bir kerede daha çok yavru doğurabilir” imiş.
Köpek, “Ben bir kerede en az 10 yavru doğururum” demiş.
Kedi, “Ben bir kerede en az 15 yavru doğururum” diye karşılık vermiş.
Kartallar, sincaplar, karıncalar, yılanlar, çakallar… Herkes bir şey söylerken aslan susuyormuş.
Derken gözler bir anda aslana çevrilmiş:
-Sen söyle bakalım, bir kerede kaç yavru doğurursun?
Aslan mağrur bir şekilde bir süre gözleriyle ufku taradıktan sonra cevap vermiş:
“Valla ben bir tane doğururum ama…….. aslan doğururum!”
Bu fıkranın hissesi yok. Neye isterseniz ona yakıştırın.
Kimseye yakıştıramazsanız da, bırakın dağınık kalsın.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi