Yargıda derin kriz
Son gelişmelerle gündemin ilk sıralarına oturan yargı krizi, aslında topyekûn bir sistem krizinin yansımasından başka birşey değil. Biriken dosyalar, sürekli ertelenerek zamanaşımına takılıp düşen dâvâlar, AİHM’in haksız bulup Türkiye’yi mahkûm ettiği kararlar.
Sorunun önemli bir boyutu, açılan dâvâ ve karar bekleyen dosya sayısındaki artış ve yığılma.
Bunu, “ağırlaşan iş yükü” diye ifade ediyorlar.
Öyle ki, Yargıtay Başkanı artık dosyaları koyacak yer dahi bulamaz hale geldiklerini söylüyor.
Peki, dâvâ sayısı niye sürekli artıyor? Bu, nüfus artışının da getirdiği normal bir durum mu, yoksa sosyal bünyedeki bozulmanın mı işareti?
Her bir dâvâ, konusuna ve içeriğine göre ya ihtilâflı bir meselenin veya ilgili kanunda tarif edilip cezalandırılan bir suçun varlığına işaret.
Ve dâvâ sayısındaki artış, kişiler arası ihtilâfların ve işlenen suçların artışını da ifade ediyor.
Böyle olunca, bunların yaşandığı toplumu masaya yatırıp tahlil etmek gerekiyor. Niye ihtilâflar artıyor ve tarafları arasında çözülemeyip mahkemelere taşınıyor? Ve neden suçlar çoğalıyor?
Ortadaki tablonun, emniyet ve adalet istatistiklerinde ortaya konulan sonuçlardan hareketle, aile, eğitim, ahlâk ve maneviyat, ekonomi gibi boyutlarıyla enine boyuna irdelenmesi lâzım.
Cevap bulması gereken temel soru şu olmalı:
Nerelerde hata yapılıyor ki, problemli, ihtilâflı ve suç oranlarının arttığı bir toplum oluşuyor?
Bediüzzaman’ın bir asır önce seslendirdiği “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır; bu üç düşmana karşı san'at, marifet ve ittifak silâhıyla cihad edeceğiz” sözü çerçevesinde bir eğitim, kalkınma ve sevgi seferberliği gerçekleştirilebilmiş olsaydı, bu tablo ortaya çıkar mıydı?
Toplumun fıtratıyla ve sosyal gerçekleriyle çelişen ideolojik şablonlar baskıcı yöntemlerle dayatılmasaydı, bu tabloyu doğuran kimlik bunalımı, yozlaşma ve dejenerasyon yaşanır mıydı?
Yargıdaki tıkanma bir sonuç ve en önemli sebebi de bu tesbitle ifadesine çalışılan acı gerçek.
Krizin yargı boyutunda, ülke gerçekleriyle inatlaşan resmî ideolojinin, bu çerçevede bizzat yargıyı kullanması da çok önemli bir role sahip.
Hiçbir tesir altında kalmadan sadece adaleti tecellî ettirmekle görevli bir kurumun resmî ideoloji bekçiliğine soyunup muhalifleri cezalandırma misyonunu üstlenmesi büyük bir talihsizlik.
Bunun, şimdi iş yükünün ağırlığından yakınanlarca, “ideolojik” maksatlarla açılan dâvâları öne çekip sür’atle sonuçlandırarak yapılmış olması, adalet kavramı açısından ayrı bir skandal.
17 Ağustos depreminden sonra, binlerce insana mezar olan çürük binaların müteahhitlerine açılan dâvâların—“günah keçisi” olarak seçilen Veli Göçer hakkındaki hariç—hemen hepsi zamanaşımından düşerken, aynı depremi “İlâhî ikaz” olarak yorumlayanlara açılan dâvâların olağandışı bir sür'atle görülüp mahkûmiyetle sonuçlandırılması, bunun en tipik örneklerinden.
Aynı şekilde manevî tazminat dâvâlarında verilen kararların, dâvâcı ve dâvâlıların kimliğine göre yüz seksen derece değişebilmesi ve ister istemez çifte standart eleştirisine konu olması da.
Bu da toplumdaki adalet duygusunu zedeleyerek yargıya güveni sarsan çok ciddî bir problem.
Son tartışmalarda, köklü bir yargı reformunun kaçınılmazlığı ve âciliyeti en yetkili ağızlardan bir kez daha tekrarlandı. Ancak bu yöndeki söylemlerin hiçbir yeniliği ve orijinalliği bulunmuyor.
Dahası, şimdiye kadar defalarca tekrar edildikleri halde gerekleri yapılmadığı ve icraata aksetmediği için, yalama oldular ve inandırıcılıkları kalmadı. Artık lâf değil, uygulama bekleniyor.
Ve yaşanan derin sistem krizinin yargı cenahındaki yansımalarını sona erdirmek için, gösterişli adalet sarayları inşa edip, yeni mahkemeler kurmak, yüksek yargı organlarında yeni daireler ihdas etmek, AYM ve HSYK’yı tekrar yapılandırmak yetmiyor. Hukuk fakültelerindeki eğitime neşter atarak, hukuk anlayışını adalet ve demokrasi temelinde yenilemek de icab ediyor.