Uhuvvet ve siyaset
Birinci Emirdağ hayatında yazdığı mektuplardan birinde Nur talebelerinin hiç siyasete karışmadıklarını ve hiçbir partiye girmediklerini ifade eden Üstad Bediüzzaman, bunun en önemli ve temel sebebini şöyle açıklıyor:
“Çünkü iman, mâl-i umumîdir (herkesin ortak değeridir). Her taifede muhtaçları ve sahipleri vardır. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalâlete karşı cephe alır. Nur mesleğinde mü’minlerin uhuvveti esastır.” (s. 311)
Nur talebelerinin asıl iştigal alanı olan iman hizmeti ve dersleri, siyasî tarafgirlik ve karşıtlıkların üzerinde bir konumda kalmayı gerektirir.
Ama aktardığımız mektupta belirtilen “küfre, zındıkaya ve dalâlete karşı cephe alma” tavrı, yine Üstadın 1950’den sonra kaleme aldığı mektuplarla Münâzarat ve Hutbe-i Şamiye gibi eski eserlerine eklediği notlarda ifade ettiği gibi, siyaseti dinsizliğe âlet etme gayretlerine karşı—mümkün olduğu takdirde—aynı siyaseti dine âlet, dost ve hizmetkâr kılmayı amaçlayan yaklaşımlarla somutlaşarak uygulamaya yansıtılır.
Tabiî bu yaklaşımlarda da asıl olan siyasî eksenli tarafgirlik ve karşıtlıklar değil, dine hizmettir.
Bu anlamdaki dine hizmet misyonu, gönüllülerini doğrudan siyasete atılıp katılmaktan men eder. Çünkü dine hizmetle aktif siyaseti birlikte götürmek çok zor, hattâ imkânsızdır. Siyasetin icapları ile din hizmetinin gerekleri çoğu zaman çelişir. Aktif siyaset, dindar kimlikleri aşındırır.
Yani, siyaset topuzuyla nur bir arada olmaz.
“Olur” diyenler, ellerindeki nurun “siyaset propagandası” gibi algılanmasına yol açma ve ilâveten iktidar gücünü ellerine geçirdikten sonra yapabilecekleri yanlışlarla, siyaseten karşılarına almak durumda olacakları büyük bir ekseriyeti “nurdan mahrum etme” vebalini üstlenirler.
Dolayısıyla, din hizmetine hayatını vakfedenler mutlak surette aktif siyasetin dışında kalmalı ve Üstadın dediği gibi, yapıcı irşad ve ikazlarla, ehl-i siyaseti dine hizmet için yönlendirmeye çalışmalı. Bunu da yine Üstadın ortaya koyduğu temel ölçü ve parametreleri esas alarak yapmalı.
Çok hassas ve ince nüansların söz konusu olduğu bir alan bu. Doğru anlayıp isabetli bir şekilde uygulayabilmek için, her bir ölçüyü kendi makamında ele alıp, tatbikat ve tercihatı, hakkı verilerek yapılacak istişarelerde belirlemek şart.
Ve her hal ve şartta âdil, dengeli, gerçekçi bir çizgi takip etmek gerekiyor ki, Üstadın bahsettiği “siyasette muktesit meslek”ten ayrılınmasın.
“Ne Haydar ağa, ne Haydo; ben Haydar diyorum” beyanındaki anlam da bunu ifade ediyor.
Bu tavır ve çizgi, siyasetle ilgili değerlendirmelerde ifrat ve tefritten uzak, cerbezeye kapalı, abartılı yaklaşımlara prim vermeyen, adalet ve itidalden sapmayan bir olgunluğu gerektiriyor.
Üstada “Şeytandan ve siyasetten Allah’ı sığınırım” dedirten en önemli sebeplerden biri olan, dindar ve salih bir insanı sırf siyaseten farklı düşündüğü için yerin dibine batırırken, fâsık ve münafık da olsa siyasetdaşını göklere çıkarma hatasına düşmemek de bunun icaplarından biri.
Bu çeşit konularda yeri geldikçe hep tekrarlayageldiğimiz üzere, Üstadın “Sakın, sakın, harice bakan cereyanlar, hususan siyaset cereyanları sizi tefrikaya düşürmesin” şeklindeki uyarısını hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamamız da.
Ağırlıklı kısmı Beyanat ve Tenvirler isimli çalışmada derlenen ölçüler ışığında siyasî görüşümüz elbette olacak. Ama bu kanaati ifade ve savunma üslûbumuz, “Nur mesleğinde mü’minlerin uhuvveti esastır” çerçevesinde şekillenmeli.
Türkiye’nin yavaş yavaş yeni bir seçim atmosferine doğru ilerlediği bir süreçte gerek siyasî tercih kriterlerini, gerekse bu konuları tartışma ve müzakere üslûbunun nasıl olması gerektiğini gösteren izahları yeniden dikkatle okumalıyız.
Ve geçmişin tecrübelerini de nazara alarak, tansiyonun yükselmesine, dolayısıyla gereksiz incinmelere meydan vermemek için en azından kendi adımıza âzamî hassasiyet göstermeliyiz.