İstibdat zinciri nasıl kırılır?
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, istibdat ve meşrutiyeti Kur’ân başta olmak üzere İslâmî referanslardan hareketle tarif edip, bu iki kavramın doğurduğu sonuçları anlatırken, “Ne kadar iyilik var, meşrutiyetin ziyasındandır; ne kadar fenalık var, ya eski istibdadın zulmetinden (karanlığından) yahut meşrutiyet namıyla yeni bir istibdadın zulmündendir” (Eski Said Dönemi Eserleri, Münâzarât, s. 215) diyor.
Bu fenalıklardan birini de, devamındaki izahlarda, “bir büyük adam” üzerinden örnekliyor:
“Büyük adam istibdat ile kuvvete veya hileye veya kendisinde olmayan, tasannuan (yapmacık olarak) kuvve-i maneviyeye istinaden, halkı isti’bad ederek (köleleştirerek) havf ve cebrin (korku ve zorlamanın) tazyiki ile insanı hayvanlığa indirmiş; daima o milletin şevkini kırar.” (s. 218)
Bu durumun beraberinde getirdiği diğer olumsuzlukları da şu şekilde sıralıyor Said Nursî:
“Zira milleti hep sa’yi suhre gibi işliyor (zoraki çalışıyor), hatır için gibi yapıyor, iyilik etse de riya karıştırıyor, müdahane (dalkavukluk) ve yalana alışıyor, daima aşağıya iniyor.” (s. 218-9)
Bunun da, insanın emek ve çalışmasının buharı hükmündeki şevki söndürdüğünü söylüyorb
Üstadın konuyla ilgili olarak yaptığı izahlardaki her bir cümlede, hattâ o cümlelerdeki her bir ibare ve kelimede, uzun uzun üzerinde durulup tahlil edilmesi gereken ve her zaman geçerliliğini koruyan çok derin mânâ ve mesajlar var.
Bunlardan bir kısmını, anlayabildiğimiz kadarıyla, kendi ifadelerimizle özetlemeye çalışırsak:
Bir defa, istibdadın en büyük zarar ve tahribatlarından biri, insanlardaki şevki söndürmesi.
Herşeyin tepedeki müstebide endeksli ve ayarlı olarak yürüdüğü; başarı ve iyiliklerin ona mal edilip kusur, noksan ve olumsuzlukların faturasının hep “aşağıdakiler”e çıkarıldığı bir yapı ve işleyiş, insanlarda şevk ve heyecan bırakır mı?
Şevkin kalktığı yerde hiçbir inkişaf da olmaz.
İleri ve gelişmiş dediğimiz ülkeler kişi hak ve özgürlüklerine önem veren demokratik rejimlerle yönetiliyorken, müstebit yönetimlerin iktidarda olduğu ülkelerin ortak özelliklerinden birinin fakirlik ve geri kalmışlık olması da bundan.
Çünkü oralardaki baskı rejimleri, Allah’ın insana verdiği kabiliyetlerin gelişmesine fırsat tanımıyor, tam tersine istidatları köreltip dumura uğratarak, insanları cehalet ve geri kalmışlığın karanlığı içerisinde yaşamaya mahkûm ediyor.
Ve onların perişanlığını sömürerek, kendi keyif ve saltanatını ilânihaye sürdürmeye çalışıyor.
Üstadın “düşmanlarımız” olarak sıraladığı cehalet, zaruret ve ihtilâf hastalıkları, bu bağlamda istibdadın hem ürünleri, hem de onu besleyip “güçlendirerek” devamını sağlayan unsurlar.
İstibdadın bir tahribatı da, bunlarla bağlantılı olarak ahlâk üzerinde kendisini gösteriyor. Uyguladığı baskı, muhataplarında, fıtrat ve mizaçlarına göre değişen tezahürlere sebep oluyor.
Yalan, dalkavukluk, ikiyüzlülük, idare-i maslahatçılık, nemelâzımcılık ve isyankârlık gibi hallerin en önemli sebebi ve kaynağı, hep istibdat.
İşin garip tarafı, istibdadın oluşturduğu sıkıntılı ortamdan çıkış yolunu dalkavuklukta bulanlar da, baskılara boyun eğmeme tavrını tercih edenlerden, tepkilerini fevrî ve ölçüsüz reaksiyonlarla ortaya koyanlar da, netice itibarıyla baskı ve tahakküm sisteminin ömrünü uzatıyorlar.
Velhasıl, yine Üstadın ifadesiyle, istibdat “herşeye sirayetle zehrini atan” (a.g.e., s. 208) bir belâ. İhtilâfların da kaynağı o, ahlâktaki bozulmaların da, şevk kaybının da, geri kalmışlığın da...
Kurtuluş çaresi ise 100. yılını idrak ettiğimiz Hutbe-i Şamiye’nin son kısmındaki şu cümlede:
“Çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden (ortaya çıkan) hürriyet-i şer’iyedir...” (a.g.e., s. 355)
Evet, çeşit çeşit istibdatların zincirleri, ancak tahkikî imana dayalı bir hürriyet-i şer’iye içinde, hakkı verilerek yapılan meşveretlerle kırılabilir.