“Batının ilmini alalım, ama...”
Hürriyet’teki yazısında İsmet Berkan’ın aktardığına göre, Milliyet yazarı Taha Akyol, “İslâmcıların ‘Batının ilmini ve fennini alalım, kültürünü almayalım’ söylemi çöktü.
Çünkü ilim ve fen, yani eğitim gelince, özgürlük ve liberal demokrasi talepleri de geliyor” demiş (25.2.11). Liberallik ve modernleşme konularına yaklaşımında eleştiriye açık taraflar bulunsa da, böyle meselelerde genel olarak dengeli bir çizgide yürüdüğünü düşündüğümüz Akyol’a atfedilen bu değerlendirme bir hayli problemli.
Tabiî, eksik veya yanlış bir aktarım da söz konusu olabilir ki, o ihtimali de kayda geçirelim.
Niçin sorunlu? Bir defa, “İslâmcılar”a atfedilen sözdeki ilim-fen/kültür ayrımının dayanağı ne? Bunları birbirinden ayırabilmek mümkün mü?
Kast edilen şeyi daha iyi anlamak için, meselâ Bediüzzaman’ın orijinal ifadelerine bakılmalı.
İkinci Meşrutiyetin üçüncü günü Sultanahmet Meydanındaki mitingde irad ettiği ve ardından Selânik’te tekrarladığı “Hürriyete hitap” nutkunda “Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki” diyen Said Nursî, devamında, “onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini muhafaza ettiler” ifadesini kullanıyor .
(Eski Said Dönemi Eserleri, Nutuk, s. 175)
Görüldüğü gibi, ilim ve fenle kültürü ayırmıyor; medeniyetin güzelliklerini ve iyi taraflarını almaktan ve bunu yaparken kendi millî âdetlerimizi muhafaza etmekten söz ediyor Said Nursî.
“Mehasin-i medeniyet”ten neyi anladığına ışık tutan sözlerini de başka izahlarında görüyoruz.
Meselâ “Avrupa’dan ahz u iktibasa muhtacız. İhtiyacımız idare-i mülk ve tanzim-i kuva-i harbiye-i bahriyeden ve fünun-u sanayiden işimize yarayanlarıdır (dinimizin emriyle). Avrupa da bizden yalnız adaleti ister ve medeniyeti bekler; tâ muvazenesi bozulmasın” ifadeleri (a.g.e., 34).
Burada devlet idaresiyle ilgili olarak da Avrupa’dan “işimize yarayacak” şeylerin alınması gereğinden söz ediyor Said Nursî. Ki, meşrutiyet, parlamento, hukukun üstünlüğü gibi Batı çıkışlı kavram ve kurumları İslâmî referanslarla yorumlayıp sahiplenerek açıkladığını da biliyoruz.
“Özgürlük ve demokrasi talepleri”ni de kapsayıp, çok orijinal yorumlarla özümseyen bir yaklaşımın ifadesi bu. Ve Akyol’un “Çöktü” dediği söylemle uzaktan yakından hiçbir alâkası yok.
Yine Bediüzzaman’ın “iki Avrupa” tasnifindeki “İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi (faydalı) sanatları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden birinci Avrupa” (Lem’alar, s. 291) tarifi de, konuya ışık tutan bir başka önemli anekdot...
Said Nursî’nin birinci Avrupa ile ihtilâfı yok.
«««
M. Kemal’e bağlanan bir “hilâfet ütopyası”
İslâma ve Müslümanlara farklı bakışıyla laik cenahın laikçi kanadından ayrılan ve zaman zaman gayet gerçekçi, sağduyulu değerlendirmeler yapan Habertürk yazarı Serdar Turgut, bazan da bu konulardaki bilgi altyapısının eksikliğine ve kimi önkabulleri aşamayışına bağlı olarak, kendisine göre orijinal, ama gerçekte uçuk yorumlara da kayabiliyor. “Atatürk’ün hayal ettiği halifelik aktif hale getirilerek Arap ülkeleri üzerinde seküler bir ideolojiyle otorite sağlayacak. Bu, AKP’nin tarihî misyonu. Fethullah Gülen de halife olacak” şeklinde özetlenmesi mümkün olan yazısı (25.2.11), bunun tipik örneklerinden biri.
Hilâfeti lağveden kanuna, bu mânânın, Meclisin manevî şahsiyetinde mündemiç olduğunu ifade eden bir maddenin konulduğunu biliyoruz. Bazı mahfiller tarafından “hilâfeti ihya” adıyla hazırlanan birtakım projelerin, Müslümanlar arasında yeni fitneler çıkarmak maksadıyla, öteden beri el altında tutulduğunu da düşünüyoruz.
Turgut’un yazısının, kendi dünyasında geliştirdiği “uçuk bir fantezi” mi, yoksa bu projeler bağlamında onun aracılığıyla ortaya atılan bir “deneme atışı” mı olduğunu ise kestiremiyoruz.
Ama “Bu şekliyle tutması imkânsız” diyoruz.