Bahar dersleri
Bediüzzaman’ın istikbal nesillerine seslenişindeki “Acele ettim, kışta geldim; sizler cennetâsâ bir baharda geleceksiniz; şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacak” sözünü hepimiz biliyoruz.
O cennetâsâ baharın içinde yaşadığımızı da.
Kimi zaman gelip geçici sıkıntılara takılsak ve ârızî rüzgârların getirdiği kasvet bulutları gönlümüzü bazan karartır gibi olsa da, Risale-i Nur derslerinin önümüze açtığı ufuk ve pencerelerden bakınca bu cennetâsâ baharı bütün güzellikleriyle temâşâ edip yaşıyor, hissediyoruz.
Yeter ki, yine risalelerdeki “Herşeyin iyisine bak; güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır” gibi hayat prensiplerini esas alıp, bakışımızı ona göre tayin edebilelim.
Yeryüzünün kuzey yarımküresinin bir defa daha muhteşem bahar dirilişlerine sahne olduğu şu günlerde manevî baharlar da hayatın çok farklı alanlarını şenlendirmeye devam ediyor.
“Ankara Üniversitesi Nur talebeleri adına Abdullah” imzalı mektuptaki satırlarda, bu mânânın veciz şekilde ifade edildiğini görüyoruz:
“Medresetüzzehra’nın muazzam faaliyetleri, zemin yüzünde bahar mevsiminde olan İlâhî ve muazzam neşir gibi sessiz, gürültüsüz, şâşaasız, gösterişsiz, mütevazi, fakat muazzam bir şekilde devam etmektedir.” (Tarihçe-i Hayat, s. 987)
Gerçekten her yıl olduğu gibi bu sene de şu günlerde muhteşem, ama sessiz bir bahar inkılâbına şahit olmaktayız. Kış boyunca cansız cenazelere benzeyen ağaçlar birer birer yeşillenip rengârenk çiçeklerle süsleniyor. Kara topraktan binlerce çeşit otlar ve sayısız çiçekler fışkırıyor.
Bu süreç, mükemmel bir düzen ve ahenk içinde cereyan ediyor. Her bir ağaç ve bitki, kendi programı çerçevesinde bahar resmigeçidindeki yerini alıyor. Acele ederek veya gecikip sonraya kalarak, genel akıştaki bu ahengi bozmuyor.
Sırası gelen, Yaratıcının kendisine bahşettiği güzellikleri teşhir ederek sahnedeki yerini alıyor.
Bahçelerimizdeki meyve ağaçları, her sabah yeni sürprizlerle arz-ı endam ederek, hem kendilerine mahsus lisanlarıyla tesbih vazifelerini yapıyor, hem de ehl-i tefekküre yaptırıyorlar.
Bunu yaparken, aralarında çok tatlı, ahenkli ve aheste bir “yarış” cereyan ediyor. Hariçten hiçbir müdahalenin söz konusu olamadığı, tamamen fıtrî bir süreçte herşey Yaratıcının kanunları ve programı çerçevesinde devam ediyor.
Yaratılmışların en kabiliyetlisi olan insanın dahi bu dirilişe müdahil olması; yaprak ve çiçeklerin açılış seyir ve serencamını etkileyecek, öncelik ve sonralık sıralamalarını değiştirecek; renk, desen ve biçimlere karar verecek bir inisiyatif ortaya koyması kesinlikle mümkün değil.
Ona düşen, Allah’ın kendisine bahşettiği cihaz ve duygularla bu güzellikleri his, temâşâ ve tefekkür ederek, tesbih, tekbir ve tahmid gibi ubudiyet vazifelerini yerine getirmeye çalışmak.
Bahsettiğimiz mektuptan aktardığımız cümlenin devamında yer alan şu ifade ise, bu aslî görevlerini ihmal edip, dahası bununla da kalmayarak, üstüne vazife olmayan şeylere karışan insanın münasebetsizliğine dikkatimizi çekiyor:
“Fıtraten acûl (aceleci bir yaratılışta) olan insanoğlu, âlemde hakim olan kanun-u İlâhîyi düşünmeyerek, her meselenin istediği vakitte hallolmasını istiyor, küçük dairelerdeki vazifelerini atlayıp, büyük dairelere sapıyor...” (a.g.e.)
Maalesef sıklıkla düştüğümüz bu hatadan korunabilmek için, “Bizim vazifemiz sadece hizmettir, netice ise Allah’a aittir” prensibini hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamamız gerekiyor.
Evet, herşey Allah’ın takdiriyle olduğuna ve Onun takdirinde sonsuz hikmetler bulunup en küçük bir abesiyete dahi yer olmadığına göre, biz dar ufkumuz ve o hikmetleri göremeyen kısır nazarımızla “Niye işler benim istediğim gibi olmuyor?” diye sorgulama hatasına ve haddini bilmezliğine düşmekten mutlaka kaçınmalıyız.
Biz vazifemizi yapalım, sonrası Allah’a ait...