Yine BDP krizi
Aday listeleri açıklandıktan sonra gözlerin ilk çevrildiği adreslerden biri Güneydoğu idi. Ve özellikle bölgede “iddia sahibi” iki parti olan AKP ile BDP’nin listeleri yoğun ve hararetli tartışmalara konu olmaya devam ediyor.
BDP’lilerin destek vereceği “bağımsız” adaylardan bir kısmının YSK vetosuna takılması, tartışmaların istikametini şimdilik o tarafa kaydırdı.
BDP cenahından gelen tepkiler, “seçimi boykot” tehditleriyle birlikte artarak devam ediyor.
Ortaya çıkan krizin birkaç yönden ele alınması gerekiyor. Bunlardan biri, YSK’dan dönen isimler içinde, 1994’teki DEP fırtınasında karga tulumba içeri atılıp yıllarca hapiste tutulan kişilerin yer alması. Bunların provokatif tavır ve duruşları da son derece yanlıştı, devlet adına onlara reva görülen hukuk dışı ve antidemokratik muamele de.
Fikir ve eylemlerinin tasvibi mümkün olmasa da, halk tarafından seçilmiş vekiller olarak maruz bırakıldıkları durum, Türkiye’yi hem içeride, hem dışarıda kronik bir krizin muhatabı kıldı.
Terörle mücadele adına yapılan yanlışların bölgede oluşturduğu tepki birikimi DEP kriziyle daha da katmerlenirken, konu bilhassa AB platformlarında Türkiye’yi sürekli sıkıntıya soktu.
Ne zaman ki, cezalarını tamamlayıp tahliye edildiler, ondan sonra konu gündemden düştü.
Ama şimdi yeni bir krizin orta yerindeler.
YSK bu kişilerin adaylıklarını veto ederken, gerekçe olarak yürürlükteki kanunu gösteriyor.
Benzer bir durum 2002 seçimi öncesinde Erdoğan’ın başına da gelmiş, Pınarhisar cezaevinde bir süre yatmasını sonuç veren 312 mahkûmiyeti gerekçe gösterilerek, aday olması engellenmişti.
Ardından, bu engelin anayasadaki dayanağı kaldırılıp Siirt seçimi de yenilenerek Erdoğan’ın Meclise girmesi ve başbakan olması sağlanmıştı.
Eğer bu konudaki düzenleme yapılırken daha kuşatıcı ve kapsamlı bir değişiklik gerçekleştirilseydi, BDP krizine de meydan verilmeyebilirdi.
Ama AKP’nin hemen her konuda olduğu gibi orada da “sadece kendine demokrat” tavrındaki ısrarı ve kendisi dışındaki mağduriyetleri dikkate almayan duyarsızlığı, bütünlüklü bir çözüm formülünün ortaya konulmasına imkân vermedi.
(Aynı duyarsızlık, Erdoğan’ın mahkûm olduğu 312. maddenin—“Deprem İlâhî ikazdır” dedikleri için hedefe konulan Yeni Asya mensupları başta olmak üzere—diğer mağdurlarına da gösterildi.)
Sorunları prensip bazında sağlam ve kalıcı çözümlerle halletmek yerine, kişilere endeksli, konjonktürel, perakende, parça buçuk, geçici formüllerle “çözme” yaklaşımının, “günü kurtarma”nın ötesinde bir sonuç getirmeyeceği, BDP’lilerle ilgili olarak YSK'nın verdiği kararın yol açtığı krizle bir kez daha gözler önüne serilmiş bulunuyor.
Hadisenin bir başka ve derin boyutu da şu:
PKK da, onun siyasetteki uzantısı olarak nitelenen BDP de haddizatında 12 Eylül’ün ürünleri.
12 Eylül, “haklılık gerekçesi” olarak kullandığı anarşi ve terörü, Güneydoğu özelinde ve resmî jargondaki ifadesiyle “bölücü tehdit” bağlamında çok daha düşündürücü bir şekilde “hortlattı.”
Darbe sonrasında uygulanan baskıcı ve yasakçı politikalar, Diyarbakır cezaevinde simgeleşen vahim insan hakkı ihlâlleri, işkence ve zulümler, terörle mücadele adına yapılan eziyetler, aşağılayıcı muameleler, Kürtçe yasakları... PKK terörünü daha da azdırmaktan başka bir sonuç vermedi.
Peşinden de, örgütle bağlantılı bir parti siyaset sahnesine sürülerek, hadise o zemine kaydırıldı.
Bu partiye karşı da uygulanan baskıcı devlet politikaları, farklı isimler altında kurulan—birbirinin devamı—versiyonlarının sürekli kapatılması, mensuplarının tutuklanıp yargılanarak mahkûm edilmesi, fikir yapısı olarak o çizgiyi tasvip etmeyenlerde dahi sırf tepki olsun diye o partiye oy ve destek verme psikolojisi meydana getirdi.
Gelinen noktada bu parti, devlet adına yapılan her yanlış ve haksızlığı istismar edip provokasyon malzemesi yaparak yoluna devam ediyor. Statükoya iyice yanaşan AKP de buna çanak tutuyor.
Son YSK kararı, işin tuzu biberi oldu.