Say ki bizde aydın böyle olur
Fazıl Say’ın “Türkiye orta çağ karanlığına gidiyor. Biz yüzde 30, yüzde 70’e karşı kaybettik. Bakan eşleri türban takıyor. Kızımı da alıp ülkeden gitmeyi düşünüyorum. Örneğin Zürih’e yerleşebilirim” türünden açıklamaları tartışılmaya devam ediyor.
Bu tür açıklamaların oluşturacağı havaları her zaman seven bazı kalemşorlar, yine fırsatı kaçırmayarak “Aslında Say’ın sözleri ülkenin nereye götürüldüğünü anlayan bir aydının, herkesi uyandırması gereken çığlıklarıdır” gibisinden bildik yorumlarını peş peşe sıralıyorlar.
Dahası, bu yorumlarını Fazıl Say’ın ne kadar başarılı ve ünlü bir piyanist ve besteci olduğundan hareketle güçlendirmeye de çalışıyorlar.
Sanki bu ülkede birileri Fazıl Say’ın besteciliğine, müzik adamlığına bir şey söylemiş gibi.
Ancak Say’ın, kendisinde cahil toplumu aydınlatmakla ödevli bir aydın misyonu vehmedenlere has bir eda içinde söylediği sözlere söylenecek çok şey var tabii.
Bir kere Say’ın sözleri kabullenilir olmasa da, şaşırtıcı da değil.
Bu topraklarda aydın olmanın ön şartını kendi kültüründen kopukluk, kendi halkının yaşam biçiminden rahatsız olmak ve bunu batılılara şikâyet etmek olarak algılayan ve ülkesine ancak dışarıdan bir yabancı gibi bakmak suretiyle kendi öz yurdunun yerli oryantalistleri haline gelmiş zihinlerin, zaman zaman gösterdikleri en klasik ve bildik tepkilerdendir, Say’ın sözleri.
Bunların, dünyanın ön önemli romancılarından olan ve bütün bir ömrünü “Nasıl iyi bir Hıristiyan olabilirim” sorusuna cevap aramaya hasrettiğini söyleyen Dostoyevski’nin “Biz romanı batılılardan aldık ama ona Rus dehasını kattık” dediği türden yerli ve milli kaygıları olmamıştır.
Dahası, batıda klasik müziğin en büyük sanatçılarının ve bestelerinin kilise müziğiyle müthiş bir etkileşim içinde ortaya çıktığı gerçeğinden hareketle, kendi müziklerini evrensel ölçüde ama yerli olandan beslenerek üretme gibi bir çabaları da olmamıştır.
Örneğin klasik müziğin enternasyonal devlerinden ve Fazıl Say’ın çok iyi yorumladığı söylenen Bach için bir çokları “teokratik besteci” der.
Eserlerini de düpedüz “Dini müzik” olarak değerlendirirler.
Papazlık eğitimi alan Vivaldi’nin lakabı “kızıl saçlı papaz”dır. Mozart, kilise müziği için yüzlerce eser yapmıştır. Bunlar arasında on beş orkestra duası, “Requiem” motetler, hymnler ve on beş orkestra ve org sonatı başta gelir. Vivaldi ve Bach, kiliseden doğma bir biçim olan konçertoda birçok esere imza atmışlardır.
Beethoven’in ardılı sayılan Brahms, ünlü eseri “Bir Alman Requem”i, Luther’in İncil metinlerine dayandırmıştır.
Westfalyalı ünlü müzisyen Friedrich Kiel, ünlü “İsa oratoryosu”nu yazmış, aynı şekilde Alman besteci Bernhard Klein kilise orkestra şefliği yapmış ve kilise müziklerine dair sayısız eser vermiştir.
Çaykovski’nin birçok eserinin derin metafizik duygular uyandırdığından kimsenin şüphesi yoktur.
Örnekleri uzatmaya gerek yok, günümüz klasik batı müziği Orta çağda müziği tekelinde tutan kiliseye karşı reaksiyoner bir ruhtan mahrum değilse de, kilise ve Hıristiyanlığı müziğin en önemli öğesi yapmaktan da asla vazgeçmemiştir.
Siz benzer bir yaklaşımı bizim klasik müzik adamlarımızda görebilir misiniz?
Mesela bizimkiler, İslâm tarihinden herhangi bir sayfanın öne çıkarıldığı bir oratoryo yapmayı akıllarının ucundan bile geçirirler mi?
Hayır, çünkü onlar ilerici, batıcı ve aydınlanmacılardır. Bu topraklara dair her şeyi hayatlarında bir eğretilik gibi görürler.
Yerli bir oratoryodan anladıkları, olsa olsa, ülkelerinin ne kadar geri ve ilkel olduğunu batılılara şikâyet edip aferin almayı sağlayacak bir karikatürleştirme olabilir ancak.
Bunlar konunun bir boyutu.
Diğer yandan, Say ve onun gibi düşünenler, yıllardır bu ülkede “Ya sev ya terk et”çi anlayışlardan yakınmadılar mı?
Peki, “Sevmiyorum, gideceğim” anlayışının, özü itibarıyla “Ya sev ya terk et”çilikten ne farkı var?
Bu da diğeri kadar birbirini tanımamamayı, anlamaya yanaşmamayı, birilerini ötekileştirip dışlayarak düşmanlık üretmeye çalışmayı, öteki üzerinden korku ve vehimler üreterek ayrımcılıkları derinleştirmeyi içermiyor mu?
Tabii, Say’ın tutarsız yanları da var. 23 Mart 2007 tarihli Sabah gazetesinde Balçiçek Pamir, Say’ın ağzından şunları yazmıştı:
“Başbakanı da, eşini de tanıyorum. Gayet makul insanlar. Emine Erdoğan, parlayan gözlere sahip. Sevgi saçan bir insan.”
Peki ne oldu da birden böyle bir çıkış yapmak ihtiyacı hissetti?
Eğer isteği daha çok reklam yapmak, içeride ve dışarıda belli çevrelerden daha çok aferin almak, daha çok gündeme gelmekse, bunu başardığına sevinebilir.
Say’ın “Orta çağ” metaforu bile yerli değil ve kilise baskısıyla özdeşleşen batılı yaşama ait bir kavramsallaştırma.
Çünkü batının Orta çağının ve onu izleyen kanlı sömürgeciliğinin bu topraklarda karşılığı yoktur. Dahası batının orta çağ yaşadığı dönemler, bu topraklar için yüz akı dönemlerdir.
Zürih halkıyla yaşamayı kendi halkına tercih edebileceğini söyleyen Fazıl Say’ın “Bu topraklardan giderim” söylemini hak etmesi için, öncelikle kendini bu topraklara ait hissettiğini bu halka da hissettirmesi gerekir.
Yoksa adama, “Sen zaten gitmiştin” derler!..
---------
münaşaka
DSP lideri Sezer, “Say’ın sözleri, toplumun kendi kültürüne yabancılaştırılmasına gösterilen bir çığlıktır” demiş.
Eminim bu yoruma en çok Fazıl Say gülmüştür!..
---------
sözünözü
Aynı dili konuşan değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilirler. (Mevlana)