Ruh Sağlığı
TV spikeri haberi kara mizah esprisiyle veriyor, Türk toplumunun ruh sağlığı notu kırıkmış. Sağlık Bakanlığı son beş yıllık bir araştırmanın neticesinde Türkiye’nin ruh sağlığı raporunu çıkarmış. Rapora göre her beş kişiden birinin ruh sağlığı bozukmuş. Çocuk ve ergenlerde klinik düzeyde sorunlu davranış oranı yüzde on birmiş. Ruhsal hastalığı olan altı kişiden yalnızca biri yardım alıyormuş.
Bu sonuca hangi bölgelerde, hangi kesimlerde, hangi anketlerle yapılan araştırmalarla varıldı, bilemiyoruz. Ama her hâlde klinik vakaları esas almasa gerek. Aksi hâlde, kendimiz dahil, yakın çevremizden her beş kişiden birimiz bu gruba giriyoruz demektir. Çok şükür ki ortada böyle bir durum görünmüyor. Bütün çözülmelere rağmen sıkıntılarımızı hâlâ kendi aramızda dertleşerek, paylaşarak çözmeye çalışan, karşımızdakine teselli olan duyarlılığımızı koruyoruz.
Bu tarz araştırmaların (sorunlar hakkında genel değerlendirmelere yönlendirip ipuçları verse de) bütünüyle gerçeği yansıtması zor. Çünkü insan ruhî ve fizikî yapısı ile çok yönlü bir varlık. Onu anlamak yaratılış gerçeğini anlamaya bağlı. Fıtrî gerçeğe uzak düşen fikir ve eylemler, insana dair meseleleri çıkmaza sürüklemekten başka işe yaramıyor..
Psikolojik sıkıntıların çoğu insanın kendini boşlukta hissetmesinden, güven duygusunu yitirmesinden kaynaklanıyor. İnsanın kendini boşlukta hissetmemesi için tutunduğu sağlam bir dalının olması gerekir. Dert edindiği bir meselesi, inancı, ideali olmalıdır. Yalanla oyalanmaktan vaz geçmelidir. Bu dünyada sıkıntısız bir hayat olmaz. Olur diyen kendini kandırır. İnsanın bulunduğu her yerde problemleri de yanı başındadır. Önemli olan dibe vurmadan, ruhî çöküntüler yaşamadan problemleri göğüsleyebilmeyi öğrenmektir. Hastaneleri, yatak ve doktor sayısını artırmak işin fizikî yönünü çözse de sebebi ortadan kaldırmayacaktır. Hasta, tedavi süresince kendini iyi hissedecek, ama hastane sonrası yaşayacağı hayatın endişesi yakasını bırakmayacaktır.
Uzaklara gitmeden yakın tarihimize bakalım. Savaşlar, yokluklar, yoksulluklar, darbeler... Her biri kendi başına toplumu derinden sarsan hadiseler. Ama bu çileleri bire bir yaşayanlar yüreklerini daraltmamışlar. Yüreğini daraltanlar kimler? Ölümden korkanlar, gelirlerinin azalmasından korkanlar, yaşlanmaktan korkanlar, fedâkârlığı, vericiliği anlamsız bulanlar, rahatının bozulmasını istemeyen tembeller, onda var neden ben de olmasın diyenler, sabrı ve tahammülü ezilmişlikle eş kabul edenler, v.s. Yani dünyayı kendi dar alanıyla sınırlayanlar.
Tekirdağ’da, önceden hikâyesini öğrendiğim Melahat Hanıma bayram ziyareti için gittik. Otuz dört yaşında üç çocuğuyla dul kalmış. Kimseye muhtaç olmamak için ne zorluklar yaşamış, ne çileler çekmiş. Çocuklarını konu komşuya emanet edip işe gitmiş. Soğan depolarında çalışmış, bakliyat paketleme işleri yapmış. 1979’da çıkan bir kanundan yararlanıp şartlarını zorlayarak bedelini ödemiş ve Bağkur emeklisi olmuş. Evlenmeyi düşünmedin mi, diye sordum. Çocuklarına üvey baba sıkıntısı yaşatmamak için düşünmemiş. Melahat Hanımın aydınlık dünyasını yansıtan küçücük, tertemiz evinde oturmak insana huzur veriyor.
Çevremizde benzer hikâyeleriyle nur yüzlü Melahat Hanımları bunalıma düşmeden ayakta tutan hangi duygu, hangi mânevi güçse bize öncelikle lazım olan o reçetedir. Çareyi yadda yabanda aramamak lazım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.