İstanbul’a kara çalanlar
Bu insanlar bir gün olsun Üsküdar, Şemsipaşa kıyılarında oturup bakışlarını Sultanahmet cihetine çevirmişler midir? Göğe nazire kubbeleri ve bulutlara değen minareleri engin bir hazla seyretmişler midir? İstanbul için yazılmış binlerce şiirden bir tanesini olsun okumuşlar mıdır? Ya İstanbul’un ilhamıyla yapılan o güzelim gravürlere, minyatürlere, tablolara güzelliğin ne demek olduğunu bilerek bakmışlar mıdır? Hiç sanmıyorum. Bütün bunlardan haberleri olsa o yıkılası gökdelenleriyle Sultanahmet Camii’nin arka fonuna çökmeye ve o sırtların harika silüetini karartmaya vicdanları el vermezdi. Belki bakmışlardır, ama her halde şuraları yıksak yerine dev işyerleri yapsak ne kadar kazanç elde ederiz hesaplarıyla ilgilenerek.
Sultanahmet Camii’nin üzerine kurulduğu yarımada, tarihimizin, medeniyetimizin, kültürel kimliğimizin, hayat felsefemizin cisimlenmiş görüntüsüdür. İstanbul’un pek çok semti artık eskiyle bağları kopartılarak betonlaştırıldı. Hatta Türkiye’nin bütün şehirleri tarihi kimliklerini terk etti. Hangi şehre gitseniz aynı tip beton yığıntılar; kimliksiz ve kişiliksiz. Tabelalar olmasa veya biri söylemese hangi şehirde olduğunuzu bilemezsiniz. Şehirlerin ruhu kaybolmuş. Gelişmeyi, parasal değlerle eş tutanlar şehir ve medeniyet ilişkisini kuramıyorlar malesef. Özellikle inşaat sektörü insafsız bir kıyıcılıkla çok uzun zamanlardan beri adeta tarihin izlerini ve tabiatı yok etmeye kurgulanmış sanki.
Elimizde kala kala köşecikler kaldı. Sultanahmet Camii, Ayasofya Camii ve Topkapı Sarayı’nın asil görüntüleriyle yer aldıkları tepe elimizde kalan en anlamlı köşe. Marmara’dan Boğaz’a kıvrılırken bütün gözler ilk bu muhteşem tabloya takılır. İstanbul deyinc akla hemen o görüntü gelir. Kartpostalların en güzellerinde aynı manzara yer alır. Ressamlar resmetmeye doyamadıkları bu manzaranın kışını ayrı, yazını ayrı renklerde ve güzelliklerde tuvallerine yansıtırlar.
Paradan başka değer tanımayan birtakım insanlar, yüz binlerce insanın âh ettiğine aldırmadan yaptım oldu vurdum duymazlığıyla yerin dibine batası heyulalarını Zeytinburnu’na kara bir leke gibi diktiler. Yapanı, yaptıranı, izin vereni hep birlikte ecdadın ve yeni nesillerin vebalini omuzlarında taşıyorlar. İnanıyorum ki, kesinlikle de iflah olmazlar, bedelini can evlerinden vurgun yemiş gibi ağır öderler. Çünkü bu kıyıma toprağın altı da, üstü de razı değil. İstanbul’un manevi sahipleri rıza göstermezler.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Kültür Bakanlığı’ndan duruma el koymalarını bekliyoruz. Aksi takdirde benzer çarpıklıkların yolunu açmış olurlar. Çeteleri dize getiren hükümetin bu mesele karşısında acze düşeceğini düşünemeyiz. Tarihi dokunun ehemmiyetini hiçe sayan yeni çeteler üremesin, yazıktır, günahtır. Putu para olanların gücünden ancak onlara göbek bağıyla bağlananlar korkar. İman sahibi insanların korkacağı yer belli. İnşaat sektörünün, mekân ve insan bütünlüğünü gözetmesi için gerekli düzenlemeler daha fazla tahribatlara fırsat tanımadan bir an önce yapılmalı.
İsmi her geçtiğinde yüzümüzü buruşturduğumuz Nurettin Sözen bile Belediye Başkanlığı sırasında Boğaz’ın görüntüsünü bozacak diye Park Otel meselesinde direnmişti. O çapta dev binaların yapımına başlamadan önce, çevreye zarar vermemesi için konumunun mühendisler ve mimarlar tarafından iyiden iyiye ölçülüp biçilerek ayarlanması gerekir. İnşallah bir uyanışın simgesi olarak bu gökdlenlerin törenle yıkıldığını görürüz. İnşallah kimse bu ayıbı geleceğe taşıma vebalini yüklenmez.
Yazıyı, İstanbullu şair Melisa Gürpınar’ın anlamlı mısraları ile noktalıyorum; “Şu var ki/İstanbul giderse/Hesap sorar benden İstanbul sözcüğü de/ne geçmiş ne gelecek kalacak kalır gözlerimde”.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.