Sıra Türkiye’de!
Türkiye, uzunca bir zamandır tüm hesapların görülüp defterlerin dürüldüğünü düşünerek –eski hal muhal- diye düşünenlerin (maalesef) kıyasıya yanıldığı günlerden, aylardan ve hatta yıllardan geçiyor. Geniş bir perspektiften bakıldığında aslında tüm Ortadoğu ve bütün İslam dünyasının da aynı süreçten nasibini aldığını görmek mümkün. Bu anlamda Gezi eylemleri ve son olarak Lice’de yaşananların, sebepleri ve sonuçları açısından sadece Türkiye ile sınırlı spontan hadiseler olduğunu söylemek sanırım fazlasıyla safdillik olur.
Hatırlayın, geçtiğimiz yıl hemen hemen bütün bir yıla yayılan ve neredeyse tüm eli kalem tutanların katıldığı, ülkemiz basın tarihinde de ender görülecek türden verimli ve geniş çaplı İslamcılık tartışmaları yaşanmıştı ülkemizde. Bu tartışmalar sırasında İsmet Özel’in 28 Şubat deneyimini de içine alarak yaptığı değerlendirmelerini bir kez daha hatırladık. Özel, 28 Şubat’ın yaşandığı yıllarda yazdığı yazılarda özetle İslamcıların yıllarca sisteme alternatif olarak serpilip büyüdüklerini, iktidara geldiklerinde ise alternatif olmak yerine sisteme eklemlenerek entegre olduklarını söylüyordu.
Özel’in sözlerini Refahyol deneyimi için çok erken söylenmiş sözler olarak görmek mümkün ancak bugün yaşananlara baktığımızda da durumun değişmediğini görüyoruz. Bir zamanlar İslamcılar sık sık Irak, İran, Suriye ve ardından da sıranın Türkiye’ye geleceğini tekrarlar dururdu. 10 yılı aşkın süredir “İslamcılar” iktidarda, 10 senedir hemen hemen hiç bu sözleri duymadık ancak bugün gelinen noktada durup baktığımızda sıranın Türkiye’ye gelmiş olduğunu görüyoruz. Üstelik bu durum, çok sempatik ve kendimize yakın bulduğumuz Hüseyin Obama’ya ve yüzde elli oyla yıllardır tek başına iktidar olan gelmiş geçmiş en güçlü başbakana rağmen böyle. Dünyadan içre bir dünya var ve biz maalesef “gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmak”la meşgulüz.
Geçmişte, birçoklarının hayal mahsulü komplo teorileri olarak görüp küçümsediği “Irak, İran, Suriye ve ardından Türkiye” denkleminin Irak ve İran kısmına ererdi de Suriye ve Türkiye kısmına ermezdi aklım. Tamam Irak’ta Saddam var, Saddam’ın elinde kitle imha silahları var; tamam, zaten aklından zoru olan Saddam’ın çılgınca bir karar alarak bunları ateşlemesi sonucu tüm dünya felakete sürüklenebilirdi. İran’ı zaten biliyoruz tamam da peki Suriye ve Türkiye için nasıl ve hangi bahaneler öne sürülecek, onu kestiremiyordum. Sonra gördük ki Irak’ta kitle imha silahları yoktu ve Saddam Amerika kadar da zalim değildi. Bu arada dikkat ettiniz mi bilmem, batının ve özellikle ABD’nin düşman olduğu tüm ülkelerin liderleri nedense hep kaçık ve aklından zoru olan tipler. Saddam dünyayı felakete sürükleyebilecek bir çılgındı, Ahmedinejat aklından zoru olan bir kaçık, Kaddafi çöl bedevisi. Şimdilerde ise Esed moda. Gezi olayları sırasında da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan için “diktatör”den tutun da “beton kafa”ya kadar birçok tabir kullanıldı batılı medya tarafından. Dün aynı şeyler dedelerimiz için de söylenmişti. “Benim satılacak bir karış toprağım yoktur.” diye çıkışan Abdülhamit için “Kızıl Sultan”, memleket için çırpınan Vahdettin için “vatan haini” denmişti.
Bugünlerde Mısır’da bir yıl aradan sonra yeniden alevlen(diril)en Tahrir meydanında, Irak’ta, Libya’da, Suriye’de yaşananlara bakıldığında meselenin, mazlum bir halkın diktatörlerden kurtarılarak demokrasi ile tanıştırılması meselesi olmadığı apaçık ortaya çıkıyor. Yoksa birkaç bin kişinin ölümünden sorumlu tutulan Saddam’ı indirmek için öldürülen milyonlarca insanı nasıl açıklayabiliriz? Aynı şekilde halkın, yüzde elli oyla 10 yılda üç defa tek başına iktidar yaptığı bir partinin, önüne gelen her şeyi yakıp yıkan vandallarla oturup saatlerce görüşen liderinin diktatör olarak adlandırılmasını da açıklayamayız.
Saddam, elbette bir zalimdi ve halkına zulmediyordu. Beşşar Esed elbette bir diktatördür. Ancak bugün Suriye’de, Irak’ta, Mısır’da adı ve sebebi ne olursa olsun yaşananlara baktığımızda yaşananların kimlerin değirmenine su taşıdığını görmek fazlasıyla ürkütücü değil mi?
Sisteme dibine kadar entegre olduğumuz için göremesek de, görmek istemesek ve dillendir(e)mesek de galiba sıra bize geldi.
Aylardır ülke gündemini meşgul eden Gezi’den sonra Lice olayında da bir kez daha Ergenekon şemsiyesi altında özetleyebileceğimiz ve “bitti!” yanılgısına düşülen dış bağlantılı şer güçlerin yok olmadığını acı tecrübelerle öğrenmiş olduk. Lice olayları, Gezi’cilerin şimdi de bir başka şer güçle “anlaşarak, birleşerek, cilveleşerek” üstümüze geldiğinin ve geleceğinin resmidir. Tüm işaretler, Gezi eylemlerinin bir prova niteliği taşıdığını, yaşananların Gezi ile sınırlı kalmayacağını ve yakın zamanda yeni ve daha şiddetli dalgaların geleceğini gösteriyor.
Daha önceki yazılarımdan birinde terör örgütü ile yürütülen barış görüşmelerini kastederek “Türkiye, sürecin neresinde?” diye sormuştum. Şimdi üzüntüyle görüyorum ki, Türkiye, “Barış süreci”nin hiçbir tarafında yok. Anlaşılıyor ki Türkiye operasyonu, İran, Irak ve Suriye gibi örneklerde görüldüğü üzere karşılıklı düşmanlaşarak değil, “dostça” yürütülecek. Operasyonun Türkiye ayağı, hadi daha açık söyleyelim, Türkiye’nin bölünmesi, sosyal mühendislik projeleri ile, mezhep kavgaları ile, bazen komşu ülkeler, bazen Avrupa Birliği ve bazen Birleşmiş Milletler aracılığıyla ama mutlaka maşalar, piyonlar ve maskeler kullanılarak yapılacak.
Allah, zalimlere fırsat vermesin.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.