Ergenekon ZAMAN’I
Tüm ülke ekran başına kilitlenmiş, derbi maçı heyecanıyla olanları izliyor. Bir sonraki golü kimin atacağı, kimin öne geçeceği merakla bekleniyor. Sonucu kestirmek henüz zor ancak karşılıklı gollerle devam eden mücadelede şu ana kadar GÜLEN taraf sadece rakipler ve düşmanlar oldu.
Her iki tarafı da “içeriden” tanıyan biri olarak “dışarıdan” yazacağım. Öncelikle sürecin dershane tartışmaları ile başlamadığı konusu herkesin malumu. Dershane konusu, son birkaç yıllardır derinlerde sürmekte olan mücadeleyi suyun üstüne ve açık mücadele alanına taşıdı. Dershanelerin hafiften hafiften tartışılmaya başlandığı son birkaç yılda genel kanaat de dershanelerin kapatılmasının yanlış olduğu, hükümetin yanlış yolda olduğu ve bundan da mutlaka vazgeçeceği şeklindeydi. Tüm çabalara rağmen hükümetin aksi yönde adım atmaya hazırlanması, birkaç yıldır için için sürmekte olan kavganın gün yüzüne çıkmasına ve kartların da daha açık oynanmasına sebep oldu.
İnformel Siyaset
Türkiye gibi bir ülkede, son birkaç gündür yaşananların, bazı cemaat mensuplarının yaptığı gibi “Bizimle ne alakası var canım, savcılar yapıyor” diye yorumlanması da “Ne güzel işte, bakanların oğlu bile alınabiliyorsa demek ki bu ülkede demokrasi varmış.” türünden Polyannacı romantik cümlelerle de açıklanamayacağı muhakkak. Yapılan, düpedüz hükümete, demokrasiye ve özellikle başbakana karşı bir operasyon en hafif tabiriyle ciddi bir tehdittir. Diğer yandan operasyonu tek başına cemaat yapmıştır demek de aynı şekilde saflık olacaktır. Operasyonun en önemli ayağının Halkbank üzerinde yoğunlaşması, olup bitenin, ekonomik alanda her geçen gün büyüyen ve tüm baskılara rağmen ambargoyu delerek İran’la alışverişe devam eden Türkiye’yi çökertmeye daha doğru bir ifade ile Erdoğan’sız bir Türkiye inşa etmeye yönelik olduğunu gösteriyor. Yani meselenin Gezi’de olduğu gibi üç beş dershane meselesi olmadığı anlaşılıyor. Geniş açıdan bakıldığında böyle görünen durum, cemaat açısından sadece dershaneler ve bürokrasideki kazanımlar ile sınırlı görünüyor. Açıkça söylemek gerekirse yaşananlar, cemaatin kazanımlarını korumak için “şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit” etmekten dahi çekinmediğini ve küçük bir pire için nasıl büyük yorganlar yakabileceğini gösteriyor. Bu “tevhit”te cemaate düşen de sadece basit bir piyon ya da maşa olmaktır, daha fazlası değil. Yıllardır “Biz siyasete karşıyız. Biz sadece eğitimle uğraşıyoruz, siyasetle hedefe ulaşılabileceğine inanmıyoruz.” ve Bediüzzaman hazretlerinin bir zamanlar söylediği “Euzü billahimineşşeytani vessiyese” sözünü günümüze taşıyarak Milli Görüş’e ve merhum Erbakan’a alaycı gözlerle bakanların bugün gelinen noktada boğazlarına kadar siyasete battığını ve hatta battığı yerde saplanıp kaldığını görüyoruz. Bugüne kadar cemaat ve hocaefendi ile ilgili hüsnü niyetini koruyan ve Mavi Marmara, İsrail, Filistin, İran ve Hakan Fidan gibi birçok mesele bağlamında gündeme gelen ve birçoğu yıllardır seslendirilen iddialara ihtiyatla yaklaşmış biri olarak bugün gelinen noktada cemaatin yönlendirilme aşamalarını da geride bırakarak uluslararası şer güçlerle ittifak halinde olduğuna inanmaya başladım. Bugün gelinen noktada olayların cemaat mı güçlü hükümet mi boyutuna vardığı görülüyor. Bunu Hüseyin Gülerce’nin savurduğu tehditlerden de anlamak mümkün.
Tabi olayın bir de hükümet boyutu var. Hükümet de cemaatin devlet içerisinde bu kadar güçlenmesinden ve neredeyse devleti cemaatin ellerine bırakmasından dolayı bugün yaşananların bir bakıma müsebbibidir. Gülerce’nin “bu daha başlangıç!” olarak çevrilebilecek açıklaması, kim ne derse desin cemaatin devlete operasyon yapabilecek kadar “devlet içinde devlet” olduğunu gösteriyor. Bunda da şüphesiz en büyük sorumluluk, hükümetindir.
Sonucun ne olacağı belli olmaz ancak uzun vadede hem hükümet hem de cemaat kaybedecek. En çok kaybeden de şüphesiz ülke olacak. Gülen’in sık sık tekrarladığı sözü tersten söyleyerek bitirelim:
Mağluptur bu yolda galip!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.